14 Ağustos 2025 Perşembe

Sümela Manastırı ve Meryem Ana Yortusu

 Yannis Vasilis Yaylali


Sümela Manastırı, Trabzon'un Maçka ilçesinde, Altındere Vadisi'nde yer alan tarihi ve kültürel bir hazinedir. MS 4. yüzyılda Atinalı benler Barnabas ve Sophronios tarafından saklanan rivayet edilen bu prosedür, Ortodoks Hıristiyanlar için önemli bir inanç merkezi olarak kabul edilir.

 “Meryem Ana Manastırı” olarak da bilinen Sümela, özellikle Meryem Ana'nın göğe yükseliş günü olan 15 Ağustos'ta düzenlenen ayinlerle dikkat çeker. Bu ayinler, özellikle Pontos Rumları için derin bir dini ve kültürel anlam taşır [1].

Sümela Manastırı’nın Tarihi ve Dini Önemi

Sümela Manastırı, Karadağ’ın sarp yamacında, deniz seviyesinden yaklaşık 1.200 metre yükseklikte, doğal bir mağaranın üzerine inşa edilmiştir. Rivayete göre, manastırın kuruluşu, Meryem Ana’ya adanmış bir ikona etrafında şekillenmiştir. Atinalı iki rahibin rüyasında Meryem Ana’nın yönlendirmesiyle bu ikonayı bulmaları, manastırın kutsal bir merkez haline gelmesine yol açmıştır [2]. Bizans döneminde, özellikle Trabzon Rum İmparatorluğu’nun (1204-1461) himayesinde, manastır dini ve kültürel açıdan en parlak dönemlerini yaşamıştır. Dillerinden Osmanlı'yı düşürmeyen hükümet yetkililerinin Osmanlı'nın kötü yönlerini kendilerine örnek almayı bırakıp Osmanlı döneminde de  Sümela manastırı için yaptıklarını örnek almalılar. Osmanlı döneminde dahi Sümela Manastırı padişah fermanlarıyla koruma altına alınmış, hatta II. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve III. Ahmet gibi padişahlar tarafından hediyelerle desteklenmiştir [3].

Manastır, Ortodoks Hristiyanlar için Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü olan 15 Ağustos’ta hac merkezi olarak önem kazanmıştır. Bu tarih, Hristiyan inancına göre Meryem Ana’nın bedenen ve ruhen göğe yükseldiği kutsal bir gün olarak kabul edilir [4]. Yüzyıllar boyunca, sadece Hristiyanlar değil, Müslüman ziyaretçiler de şifa umuduyla manastırı ziyaret etmiştir, bu da manastırın çok kültürlü bir buluşma noktası olduğunu göstermektedir [5].

Meryem Ana Yortusu ve Pontos Rumları İçin Anlamı

Meryem Ana Yortusu, Ortodoks Hristiyanlar tarafından 15 Ağustos’ta, 15 günlük oruç döneminin ardından kutlanır. Sümela Manastırı, bu yortunun kutlanması için en önemli merkezlerden biridir. Özellikle Pontos Rumları için bu ayin, yalnızca dini bir ibadet değil, aynı zamanda kültürel kimliklerinin ve tarihsel bağlarının yeniden canlandırılması açısından hayati bir öneme sahiptir. Pontos Rumları, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve 1923 Lozan Mübadelesi sürecinde Pontos'dan (Karadeniz) Yunanistan’a göç etmek zorunda bırakılmıştır [6]. Sümela Manastırı, onların atalarının yaşadığı topraklarda bir manevi merkez olarak görülür ve Meryem Ana Yortusu, bu topluluğun geçmişle bağ kurmasını sağlayan bir köprü işlevi görür [7].

Pontos Rumları için Sümela Manastırı, sadece dini bir mekan değil, aynı zamanda Pontos kültürünün sembolüdür. Manastır, tarih boyunca Pontos Rumlarının dini ve sosyal hayatında merkezi bir rol oynamış, topluluğun bir araya geldiği, geleneklerini sürdürdüğü ve kimliklerini pekiştirdiği bir yer olmuştur [8]. 15 Ağustos ayinleri, bu topluluk için bir hac yolculuğu niteliğindedir; Yunanistan’daki Pontos Rum diasporası, bu tarihte Sümela’ya gelerek atalarının mirasına sahip çıkmayı ve kültürel köklerini yeniden canlandırmayı amaçlar [9]. Ayinler, Pontos Rumlarının tarihsel anlatılarında ve folklorunda da önemli bir yer tutar; manastır, Pontos şarkılarında, hikayelerinde ve hatıralarında sıkça anılır [10]. Bu nedenle, Sümela’daki Meryem Ana Yortusu, Pontos Rumları için hem dini bir vecibe hem de kültürel bir direniş ve kimlik ifadesi olarak değerlendirilir [11].

Modern Dönemdeki Ayinler

1923 Lozan Mübadelesi sonrası manastırın boşaltılması ve 20. yüzyıl boyunca define avcılarının tahribatına uğraması, buradaki dini faaliyetleri sekteye uğratmıştır. 1931 yılında, Mustafa Kemal'in onayıyla, manastırın kutsal emanetlerinin Yunanistan’a götürülmesine izin verilmesi, Türkiye’nin fazlaca görülmeyen 'hoşgörü' tutumunun bir örneği olarak dikkat çeker [12]. Ancak, bu olaydan sonra manastır uzun yıllar dini işlevini yitirmiştir.

2010 yılında, 88 yıllık bir aradan sonra, Ekumenik (Fener Rum ) Patrik Bartholomeos’un yönetiminde ilk ayin gerçekleştirilmiş ve bu, inanç özgürlüğü açısından önemli bir adım olarak görülmüştür [13]. 2010’dan bu yana, Meryem Ana Yortusu ayinleri genellikle devlet izniyle düzenlenmektedir. Örneğin, 2023 yılında 10’uncusu gerçekleştirilen ayin, yaklaşık 350 kişinin katılımıyla sorunsuz tamamlanmıştır [14]. Ancak, 2024’te ayin, ırkçı çevrelerin provokasyonları nedeniyle 15 Ağustos’tan 23 Ağustos’a ertelenmiştir [15]. Ekumenik Patrik Bartholomeos, bu ayinlerde dünya barışı için dua edildiğini ve Trabzon halkının misafirperverliğinden duyulan memnuniyeti sıkça dile getirmiştir [16]. Bununla birlikte, ayinlerin düzenlenmesi her zaman kolay olmamıştır.

İnanç Özgürlüğü ve Türkiye’nin Tutumu

Türkiye, çok kültürlü ve çok dinli bir geçmişe sahip olmasına rağmen, inanç özgürlüğü konusunda zaman zaman tartışmalar yaşamaktadır. Sümela Manastırı’nda Meryem Ana Yortusu ayinlerinin düzenlenmesi, bu bağlamda önemli bir sınav olarak değerlendirilebilir. 2010 yılında ayinlere izin verilmesi, Türkiye’nin dini azınlıkların ibadet özgürlüğüne saygı gösterme yönünde attığı bir adım olarak uluslararası alanda olumlu karşılanmıştır [17]. Ancak, izin süreçlerinde yaşanan aksamalar ve bazı yıllarda izinlerin gecikmesi, bürokratik engellerin veya siyasi baskıların varlığına işaret eder. Örneğin, 2024’te Patrikhane’nin ayin için yaptığı başvuruya 13 Ağustos itibarıyla yanıt alamaması, bu konuda tutarlı bir politikanın olmadığını göstermiştir [18]. Maalesef bu sene de  benzer şeylerin yaşandığını görüyoruz. Sümela Manastırı’nda yapılması düşürülen Meryem Ana Yortusu ayini için Patrikhane 13 Ağustos’ta  yaptığı başvuruya hala cevap alamadı.

Türkiye’nin Sümela Manastırı’ndaki ayinlere yaklaşımı, sürekli dillerinden düşürmedikleri 'hoşgörü' söylemine de turnusol olduğunu hatırlatmak isterim. Sürekli geçmişe atıfta bulunan şu an ki hükümetin, Osmanlı dönemini uygulamalarına bir kere daha göz atması gerekir. Osmanlı'nın,  padişahların Sümela Manastırı’nı korumak için fermanlar çıkarması ve bakımına destek olduğunu unutmamalı, hoşgörü söz ile değil yaptığınız icraat ile ölçülür[19].  Pontos Soykırımı'nı gerçekleştiren Cumhuriyet'in tek partili döneminde bile, 1931 yılında Mustafa Kemal'in ’in onayı ile kutsal emanetlerin Yunanistan’a gönderilmesi yine hoşgörü adına atılmış bir adım olarak değerlendirilebilir [20]. Türkiye Devleti'nin, hükümetinin bu ikircilikli, içten pazarlıkcı yaklaşımı bazı siyasi grupların bu tür ayinlere yönelik provokasyonlarını cesaretlendirirken, inanç özgürlüğü tartışmalarını da alevlendirmektedir. İYİ Parti ve Yeniden Refah Partisi gibi gruplar, ayinlerin Lozan Antlaşması’na aykırı olduğunu veya milli hassasiyetlere zarar verdiğini öne sürmüştür [21]. Bu tepkiler, genellikle tarihsel bağlamdan yoksun ve siyasi motivasyonla yapıldığı değerlendirilmektedir.

Pontoslu Aktivistlerin Karşılaştığı Engeller

Sümela Manastırı’ndaki Meryem Ana Yortusu ayinleri, Pontos Rumları için derin bir anlam taşırken, Yunanistan’dan gelen bazı Pontoslu aktivistlerin Türkiye’ye girişi “ulusal güvenlik” gerekçesiyle engellenmiştir. Bu durum, inanç özgürlüğü tartışmalarını daha da karmaşık hale getirmiştir. Örneğin, 2015 yılında, Yunanistan’dan gelen bazı Pontoslu aktivistlerin, ayinlere katılmak için Trabzon’a giriş yapmaları Türk makamları tarafından engellenmiştir [22]. Pontoslu aktivistler, Pontos soykırımı için yürüttükleri adalet mücadelesi ile Pontos Soykırımı'nı gündeme getirdikleri için “istenmeyen kişi” ilan edilmiştir. Benzer şekilde, 2019’da, Pontos Rumları için , Pontos Soykırımı için etkinlikler düzenleyen bir derneğin başkanı olan bir aktivistin Türkiye’ye girişine izin verilmemiş, gerekçe olarak ise “kamu düzenini bozma ihtimali” gösterilmiştir [23]. Bu tür engellemeler, genellikle resmi bir açıklama olmadan uygulanmakta ve bu da uluslararası insan hakları örgütleri tarafından eleştirilmektedir. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), 2020 yılında yayınladığı bir raporda, Türkiye’nin dini ve kültürel etkinliklere katılımı engelleyen bu tür uygulamalarının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 9. maddesinde yer alan inanç özgürlüğü ilkesine aykırı olduğunu belirtmiştir [24].

Pontoslu aktivistlere yönelik engellemeler, sadece bireysel hak ihlalleri değil, aynı zamanda toplulukların kültürel ve dini miraslarına erişimlerini kısıtlayan bir politika olarak da değerlendirilmektedir [25]. Bu durum, Türkiye ile Yunanistan arasındaki tarihi gerginliklerin bir yansıması olarak görülse de, inanç özgürlüğü bağlamında evrensel standartlara uygun bir yaklaşım gerektirmektedir [26]. Sümela Manastırı’ndaki ayinlere katılım, Pontos Rumları için sadece dini bir ibadet değil, aynı zamanda kültürel bir kimliğin yeniden canlandırılması olarak algılanmaktadır [27]. Bu nedenle, engellemeler, Pontos Rumlarının Türkiye’deki tarihsel miraslarıyla bağ kurma çabalarını sekteye uğratmaktadır.

Türk Irkçıları Cihat Yaycı ve Ümit Özdağ’ın Provokasyonları

Sümela Manastırı’nda Meryem Ana Yortusu’nun düzenlenmesi, bazı siyasi figürlerin ve Türk ırkçısı çevrelerin provokasyonlarına da sahne olmaktadır. Özellikle emekli Tümamiral Cihat Yaycı ve Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, ayinlerin düzenlenmesine karşı çıkışlarıyla dikkat çekmiştir. Bu kişiler, ayinleri “Pontus ayini” olarak nitelendirerek, dini bir etkinliği siyasi bir mesele haline getirmiş ve ırkçı söylemlerle kamuoyunu provoke etmeye çalışmıştır [28].

2024 yılında, Cihat Yaycı, Meryem Ana Yortusu öncesinde bir basın toplantısı düzenleyerek, ayinin “Pontus Rumlarının Türkiye’ye karşı bir provokasyonu” olduğunu iddia etmiş ve Trabzonluları Sümela Manastırı önünde nöbet tutmaya çağırarak ayinin engellenmesini talep etmiştir [29]. Yaycı’nın açıklamalarında, “Havra, sinagog Müslümanı Yahudileştirmek, Türkiye’nin bölünmesi için başlatılmış projedir” gibi ırkçı ve antisemit ifadeler kullanması, söylemin ne kadar ayrıştırıcı olduğunu gözler önüne sermiştir [30]. Bu provokasyonlar, ayinin 15 Ağustos’tan 23 Ağustos’a ertelenmesine neden olmuş ve Ekümenik Patrik Bartholomeos’un katılımı olmadan gerçekleştirilmiştir [31].

Benzer şekilde, Ümit Özdağ ve destekçileri, geçmiş yıllarda ayinlerin Trabzon’un fethi ile aynı güne denk geldiğini öne sürerek, bunun “tesadüf olmadığını” iddia eden komplo teorileriyle kamuoyunu etkilemeye çalışmıştır [32]. Ancak, Trabzon’un fethinin 1961’den 2022’ye kadar 26 Ekim’de kutlandığı, 2022’de ise hamasi nedenlerle 15 Ağustos’a alındığı tarihsel bir gerçektir [33]. Özdağ’ın bu söylemleri, İYİ Parti ve Yeniden Refah Partisi gibi diğer siyasi grupların benzer iddialarıyla birleştiğinde, ayinlerin düzenlenmesini zorlaştıran bir atmosfer yaratmıştır [34]. Bu tür ırkçı provokasyonlar, inanç özgürlüğünü kısıtlayıcı bir etki yaratmakta ve dini bir etkinliğin siyasi bir tartışma konusu haline gelmesine neden olmaktadır [35].

Sonuç

Sümela Manastırı, sadece mimari ve tarihi bir miras değil, aynı zamanda inanç özgürlüğünün ve kültürel kimliğin sembolü olarak önem taşır. Meryem Ana Yortusu ayinleri, özellikle Pontos Rumları için dini bir ibadetten öte, tarihsel ve kültürel bağların yeniden canlandırıldığı bir hac yolculuğudur [36]. 2010’dan bu yana ayinlere izin verilmesi olumlu bir adım olsa da, izin süreçlerindeki aksamalar, Pontoslu aktivistlere yönelik engellemeler ve Cihat Yaycı ile Ümit Özdağ gibi figürlerin provokasyonları, inanç özgürlüğü konusunda daha tutarlı bir yaklaşımın gerektiğini göstermektedir [37]. Yukarıda da bahsettiğim gibi Osmanlı'yı dillerinden düşürmeyenler, Osmanlı'nın kötü yanlarını değil, Osmanlı döneminde yapılan iyi şeyleri, Osmanlı'nın bazı dönemlerinde gördüğümüz o hoşgörü tutumunu, günümüzde de örnek almalı. Hatta, Pontos Soykırımı'nı yapmış olan Cumhuriyetin  tek partili döneminde bile Sümela  Manastırı'na Mustafa Kemal'in yaklaşımı dahi ortadadır.

Sümela Manastırı, Hristiyan ve Müslüman topluluklar arasında bir köprü olarak, farklı inançların ve kültürlerin bir arada yaşama kültürünü güçlendirme potansiyeline sahiptir [38]. Ancak, siyasi provokasyonlar ve engellemeler, bu potansiyeli gölgelemekte ve uluslararası alanda Türkiye’nin inanç özgürlüğüne yönelik taahhütlerine dair soru işaretleri yaratmaktadır [39]. Türkiye’nin, Sümela Manastırı’nda düzenlenen ayinlere yönelik daha kapsayıcı bir yaklaşım benimsemesi gerekmektedir. Hem ulusal hem de uluslararası alanda hükümetin icraatlarından kaynaklı Türkiye ile ilgili oluşan kötü imaj ortadadır, bu kötü imajin giderilmesi de kendi inanç sistemlerinin dışında kalan inanç sistemlerine, merkezlerine ve ibadetlerine saygı göstermekle ve buna ilişkin ulusal ve uluslararası sözleşmeler ve yasalara saygıdan geçer.[40]. Hoşgörü dediğimiz şey kendi inanç sistemine değil, başkaların inanç sistemine saygı gösterdiğinizde ortaya çıkar. Başkalarının inanç sisteminlerine  ibadetlerine,  ayinlerine siyasi rehine gibi yaklaşımlara artık bir an önce son verilmelidir. Bu makale vesilesiyle halkımızın ve tüm Ortodoks Hristiyanların Meryem Ana Yortusunu kutluyorum. Bu yıl düzenlenen Meryem Ana Yortusu ayinleri umarım çoğrafyamızın barışına da vesile olur..

Kaynakça

[1] Travelertopia, “Bin Yıllık Sessizlik: Sümela Manastırı’nın Efsaneleri ve Sırları.”

[2] Travelertopia, “Bin Yıllık Sessizlik: Sümela Manastırı’nın Efsaneleri ve Sırları.”

[3] Karar, “Sümela Manastırı için Atatürk’ün verdiği izin.”

[4] Cumhuriyet, “Sümela Manastırı’nda Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü ayini.”

[5] Serbestiyet, “Sümela Manastırı için Atatürk’ün verdiği izin.”

[6] İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), “Türkiye’de İnanç Özgürlüğü ve Kültürel Etkinliklere Erişim,” 2020.

[7] HyeTert, “Meryem Ana Yortusu Provokasyon ve Gecikmeye Rağmen Trabzon Sümela Manastırında Kutlandı.”

[8] Avlaremoz, “Meryem Ana Yortusu Provokasyon ve Gecikmeye Rağmen Trabzon Sümela Manastırında Kutlandı.”

[9] BirGün, “Sümela Manastırı’nda Meryemana Yortusu Ayini yapıldı.”

[10] Ermeni Haber, “Sümela’da Meryem Ana Yortusu kutlaması için başvuru var, yanıt ise yok.”

[11] Travelertopia, “Bin Yıllık Sessizlik: Sümela Manastırı’nın Efsaneleri ve Sırları.”

[12] Serbestiyet, “Sümela Manastırı için Atatürk’ün verdiği izin.”

[13] Cumhuriyet, “Sümela Manastırı’nda Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü ayini.”

[14] BirGün, “Sümela Manastırı’nda Meryemana Yortusu Ayini yapıldı.”

[15] Avlaremoz, “Meryem Ana Yortusu Provokasyon ve Gecikmeye Rağmen Trabzon Sümela Manastırında Kutlandı.”

[16] HyeTert, “Meryem Ana Yortusu Provokasyon ve Gecikmeye Rağmen Trabzon Sümela Manastırında Kutlandı.”

[17] Cumhuriyet, “Sümela Manastırı’nda Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü ayini.”

[18] Ermeni Haber, “Sümela’da Meryem Ana Yortusu kutlaması için başvuru var, yanıt ise yok.”

[19] Karar, “Sümela Manastırı için Atatürk’ün verdiği izin.”

[20] Serbestiyet, “Sümela Manastırı için Atatürk’ün verdiği izin.”

[21] BirGün, “Sümela Manastırı’nda Meryemana Yortusu Ayini yapıldı.”

[22] İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), “Türkiye’de İnanç Özgürlüğü ve Kültürel Etkinliklere Erişim,” 2020.

[23] Avlaremoz, “Meryem Ana Yortusu Provokasyon ve Gecikmeye Rağmen Trabzon Sümela Manastırında Kutlandı.”

[24] İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), “Türkiye’de İnanç Özgürlüğü ve Kültürel Etkinliklere Erişim,” 2020.

[25] HyeTert, “Meryem Ana Yortusu Provokasyon ve Gecikmeye Rağmen Trabzon Sümela Manastırında Kutlandı.”

[26] Avlaremoz, “Meryem Ana Yortusu Provokasyon ve Gecikmeye Rağmen Trabzon Sümela Manastırında Kutlandı.”

[27] Travelertopia, “Bin Yıllık Sessizlik: Sümela Manastırı’nın Efsaneleri ve Sırları.”

[28] BirGün, “Sümela Manastırı’nda Meryemana Yortusu Ayini yapıldı.”

[29] Avlaremoz, “Meryem Ana Yortusu Provokasyon ve Gecikmeye Rağmen Trabzon Sümela Manastırında Kutlandı.”

[30] HyeTert, “Meryem Ana Yortusu Provokasyon ve Gecikmeye Rağmen Trabzon Sümela Manastırında Kutlandı.”

[31] Cumhuriyet, “Sümela Manastırı’nda Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü ayini.”

[32] BirGün, “Sümela Manastırı’nda Meryemana Yortusu Ayini yapıldı.”

[33] Serbestiyet, “Sümela Manastırı için Atatürk’ün verdiği izin.”

[34] Karar, “Sümela Manastırı için Atatürk’ün verdiği izin.”

[35] Avlaremoz, “Meryem Ana Yortusu Provokasyon ve Gecikmeye Rağmen Trabzon Sümela Manastırında Kutlandı.”

[36] Travelertopia, “Bin Yıllık Sessizlik: Sümela Manastırı’nın Efsaneleri ve Sırları.”

[37] İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), “Türkiye’de İnanç Özgürlüğü ve Kültürel Etkinliklere Erişim,” 2020.

[38] Karar, “Sümela Manastırı için Atatürk’ün verdiği izin.”

[39] Serbestiyet, “Sümela Manastırı için Atatürk’ün verdiği izin.”

[40] Cumhuriyet, “Sümela Manastırı’nda Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü ayini.”

20 Temmuz 2025 Pazar

Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Harekâtı: Paramiliter Yapılar, İnsani Kayıplar ve İşgal Edilen Rum Toprakları

 Yannis Vasilis Yaylali 

1974 yılında Türkiye'nin Kıbrıs'a yönelik askeri harekâtı, ada tarihinde derin bir yara açtı. Uluslararası hukuka aykırı bir işgal olarak nitelendirilen bu harekât, adanın geniş yerlerindeki Rum topraklarının elele, yaklaşık 160.000 kişinin yerinden edilmesi ve 3.000'e yakın insanın ölümüyle sonuçlandı. 

Türkiye'nin başlangıçtaki paramiliter yapıları, özellikle Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) ve Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT), harekât öncesi ve sırasında Kıbrıslı Türkleri Rumlara karşı kışkırtarak çatışmaları körükledi. Eski Türk Generali Sabri Yirmibeşoğlu'nun itirafları, STK'nın Türkleri Rumlara karşı ayaklanmak için kendi camilerine ve benzeri bombalama faaliyetlerinin oluşturulduğunu ortaya koyuyor. Hatta bu uğurda birçok Türk'ün de katledildiği artık biliniyor. Gazeteci Şener Levent, araştırmacı yazar Aziz Şah, Karahan Öz, Prof. Uluslararası toplum, Türkiye'nin adadaki bölgelerinin işgal olarak tanımlandığı ve bu durum Birleşmiş Milletler (BM) ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarıyla teyit edildi.

Tarihsel Arka Plan

Kıbrıs, 1960'ta İngiltere'den bağımsızlığını elde ettiğinde, Kıbrıslı Rumlar ve Türkler arasında ortak bir yönetim kuruldu. Ancak, 1963-1964 yıllarında anayasal değişiklik önerileri, iki toplum arasında gerilimin artırıldığı ve sürdürülmeye başlandı (Varnava, 2009). 1967'de Yunanistan'da iktidara gelen askeri cunta, “Enosis” (Kıbrıs'ın Yunanistan'la birleşmesi) politikasını destekledi. 15 Temmuz 1974'te cunta destekli bir grup, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios'a karşı darbe düzenledi. Bu darbe, Türkiye'nin harekat için gerekçesi olarak kullanılan ana tetikleyici oldu (Georgis, 2014).

Türk Paramiliter Yapıları ve Seferberlik Tetkik Kurulu'nun Rolü

Türkiye, 1950'li yıllardan itibaren TMT gibi paramiliter yapılar kurarak Kıbrıslı Türkleri örgütledi. TMT, 1958'de Rumların EOKA kuruluşuna karşı kuruldu ve Kıbrıslı Türkleri silahlandırarak Rumlara karşı direnişi koordine etti (ELIAMEP, 1975). Seferberlik Tetkik Kurulu (STK), Soğuk Savaş döneminde NATO'nun “geride kalma” operasyonları kapsamında, 1950'lerde Türkiye'de komünizme karşı gizli bir direniş ağı olarak yer alıyordu. STK, 1960'lı yıllarda Kıbrıs'ta faaliyete başladı ve TMT ile uyumlu çalıştı (Georgis, 2014)

Esat Oktay Kıbrıs'ta Yetiştirildi

Yeni Yaşam Gazetesi'ne söyleşide Kıbrıs'ın işgalinde önemli yeri olan Özel Harp Dairesi'nin varlığına ve parlak işaretler veren Araştırmacı Yazar Aziz Şah “Türk Mukavemet Teşkilatı bir direniş örgütü değil, bir kontrgerilla örgütüdür. Türkiye solu göz Kıbrıs'a kapadı, burada hiç görmedi, milli dava 'Yavru Vatan' olarak baktı. Kıbrıs'tan Esat Oktay Yıldıran geçti. diye propaganda yaptı. Kızıldere, Maraş, Sivas katliamlarının sorumlusu Kemal Yamak Kıbrıs'tan geçti. dedi

Emekli bir Türk orgeneral ve Özel Harp Dairesi'nin eski başkanı Sabri Yirmibeşoğlu, 2010 yılında Habertürk'e verdiği bir röportajda Kıbrıs'la ilgili bir itirafta bulunmuştu. Yirmibeşoğlu, Özel Harp Dairesi'nin çalışma yöntemlerini açıklarken, “Halkın dayanımını artırmak için düşman tarafından yapılmış gibi bazı değerler sabotaj yapılır. Mesela bir cami yakılır. Kıbrıs'ta cami yaktık biz." dedi. Bu tür eylemlerin Özel Harp Dairesi'nin soğuk savaş dönemi sistemi kapsamında, halkın galeyana getirilmesi ve direnişi örgütlemek için saklandığı bilinmektedir. Örneğin, 1962'de Kıbrıs'ta Bayraktar ve Ömerge camilerinin bombalanması olaylarının ardından, o dönemdeki muhalif yayıncılığıyla bilinen Cumhuriyet gazetesinin bu olayların araştırıldığı ve gazetenin sahipleri Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet'in bombalamaları ifşa etmeye çalıştığı için öldürüldü. Ancak itirafçılar, STK'nın Kıbrıs'ta da gerçekleştirdiği benzer provokasyonları iddialarını doğruluyor (Habertürk, 2010). Özellikle STK'nın Kıbrıslı Türkleri Rumlara karşı kışkırtmak için kendi camilerine ve benzeri bombalama programları düzenlenir, bu eylemlerin Türk toplumunda Rumlara karşı öfkeyi teşvik eden çatışmaları körüklediği ortaya çıktı. Bu tür provokasyonlar, Türk köylerinde Rumlara karşı linç ve katliam saldırılarını tetikledi ve 1974 harekâtına zemin hazırlandı. TMT ve STK'nın saldırıları, Rum köylerinde sivil kayıplara yol açtı (Uluslararası Af Örgütü, 1976).

Özel Harp Dairesi'nin 'Muhteşem' Operasyonu : Küvet Katliamı

Türk Özel Harpçı Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu '6-7 Eylül'de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı…' dedi. Yirmibeşoğlu aynı söyleşinin bir başka bölümünde de övünerek Kıbrıs'ta kendi camiilerini nasıl bombaladıklarını anlatıyordu. Elbette tüm bunları yapanlar Kıbrıs'ı ele geçirmek için olanlar, neler yapmazdı. Hürriyet gazetesi "24 Aralık 1963 gecesi Yunanlılar, Binbaşı Nihat İlhan'ın Lefkoşa'daki evinde baskın düzenlendi. Yunan saldırganlar, Nihat İlhan'ın üç oğlu Kutsi, Murat ve Hakan ile eşi Mürüvvet'i saklandıkları yerde kurşun yağmuruna tutarak öldürdüler." diye haber geçti. 

Kıbrıslı Türk gazeteci Levent Şener 2015 yılında Kıbrıs'ta yayın yapan Afrika adlı gazetede 'Küvet katliamı'nı ele alan bir makale yazdı. Makale büyük bir cesaretle ele alınmıştı, sanatçının tüm dünya üzerindeki etkisi, katliamın aslında neden olduğu şu satırlarda anlatılıyor. Şener : "Banyo katliamı... Kanlı pijamalarıyla küvette üç çocuk... Ve anneleri... Bundan etkilenmeyen insan var mı? Müze'ne çevrildi… Bütün parçaları müzeye götürdük ve onlara 'Rum barbarlığını' anlattık ve anlatıyordu.

Katliam Fotografı

Şener, bu ikonik fotoğrafı oluşturan 'Türkiyeli bir gazeteci olan Ömer Samih Coşar olmayı düşünüyoruz.' ve ekliyor 'Kıbrıs uzmanı ve Milliyet gazetesi muhabiri olan Ömer Samih Coşar, bir gazeteciden ziyade görev başındaki bir Türk istihbaratının görev aldığı gibi hareket ediyor.' Gazeteci Şener yazılarının içerisinde yeni fotoğraflar yayınlanıp yanıtlanması için şu incelemeyi soruyordu:

"Bugün, daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış bir banyo katliamı fotoğrafı yayınlanıyordu. Basında ve dünyada ilk kez. Bu fotoğrafın gerçeklerin daha da aydınlanmasına katkı sağlanıyordu. Fotoğrafa ve banyoya iyice bakın. Küvette kan lekeleri var mı? Hayır. Cesetler nerede? Küvetin dışında, yanında. [Kurbanlar] hep birlikte katledilmiş olsalardı böyle mi görünüyorlardı?

“Birinci soru:

"Annenin dipte, yavruların da onun üstünde olması garip değil mi? Yavrularını korumak için koşan bir anne, onları örtmeye ve üye çalışmaz mı?

“İkinci soru:

Vurulan çocuğun beyninin fışkırıp saklandığı yapıştırıldığı söyleniyor. Beyninin fırlaması için yakın mesafeden ve çeneye silah dayayarak akılna ateş edilmesi gerekiyor. Ancak Binbaşı İlhan, vücutlarının kendi elleriyle yıkandığını ve hiçbirinin akıllardan vurulmadığını söyledi . Neden mevcut beyni beyninin fırlayıp yapıştırdığı yalanını söylüyorlar?

“Üçüncü soru:

"Katliamın banyoda işlendiğine dair ciddi sonuçlar var. Banyo dışında çekilen fotoğraflar da var. Peki cesetleri kim alıp banyoya koydu? Ve neden yaptılar?"

“Dördüncü soru:

"Propaganda ikon resminin birden fazla versiyonu var. Çocukları küvetin içinde farklı konumlarda gösteren fotoğraflar. Bunu kim sahneledi? Propaganda amacıyla çocuk cesetleriyle oynayabileceğiniz kadar sakat olanların kim olduğunu bilmek istemiyor musunuz?

Beşinci soru:

"Mezbahadan sağ kurtulanlar var. Bazıları da hayatta kaldı. Ama nedense bundan hiç bahsetmiyorlar. Neden? Kimden korkuyorlar? Konuşsalar başları derde girer mi? Tehdit edildiler mi? Bu da bir sır. Hiç 'Rumlar tarafından işlenen bir katliam' hakkında görüşmektan korkan Kıbrıslı bir Türk gördünüz mü? Ben hiç başardınız.

“Altıncı soru:

"Banyo katliamı, yerel sergiler üzerinden üç gün sonra yer aldı. O zamanlar sadece iki gazete vardı: "Halkın Sesi" ve "Bozkurt". Diğer haberler hemen yayınlanırken, katliamın katliamı neden bu kadar gecikti?

Bu sorulara yanıt veren biri çıkar mı bilemiyoruz, ya da Özel Harpçi Sabri Yirmibeşoğlu gibi cinsel açıdan itiraf eden olur mu? Bu soruların yanıtları yok ama 20 Temmuz 1974'de Kıbrıs'ın işgaline giden merdiven basamakları bu şekilde adım adım Türk Özel Harp Dairesi tarafından seçilip oluşturulduğunu görebilirsiniz.

Kıbrıs İşgali'nin Etapları

20 Temmuz 1974'te başlayan harekât, Birleşmiş Milletler Şartı'na aykırı bir müdahale olarak nitelendirilir (ELIAMEP, 1975). Harekât iki aşamada gerçekleşti:

1.Birinci Aşama (20-22 Temmuz 1974):

Türk ordusu, Girne kıyılarına çıkarma yaptı ve kuzeyde bir köprübaşı oluşturdu. Çatışmalar, özellikle Girne'deki Rum köylerinde yoğunlaştı. TMT'nin desteğiyle Türk birleşmeleri, Rum yerleşimlerini hedef aldı ve sivil kayıplar meydana geldi (Georgis, 2014).

2. İkinci Aşama (14-16 Ağustos 1974):

Cenevredeki krizlerin başarısız olmasının ardından Türk ordusu, Mağusa ve Karpaz bölgelerine geniş ve adanın %36'sını kontrol altında aldı. Bu ortamda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin (KKTC) imzası oluştu. İşgal, adanın kalıcılığını kalıcı hale getirdi (ELIAMEP, 2020).

İnsani Kayıplar ve Paramiliter Yapıların Rolü

Harekât, Kıbrıslı Rumlar üzerinde yıkıcı insani etkiler bıraktı. Yaklaşık 3.000 kişi hayatını kaybetti, 1.619 kişi ise kayboldu; bu kayıplar arasında siviller, askerler ve esirler bulunuyordu (Georgis, 2014). Aşşa (Paşaköy) ve Maratha köylerinde yapılan katliamlar rapor edildi; Örneğin, Maratha'da 84 sivilin öldürüldüğü belgelendi (ELIAMEP, 1975). Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Türk askerleri ve TMT militanlarının Rum kadınların tecavüzü ve esirlere tecavüz ettiğina dair delilleri kabul etti (AİHM, 1996).

TMT ve STK, sivil kayıplarda önemli bir rol oynadı. TMT'nin Rum köylerine yönelik saldırıları, 1960'lı yıllardan itibaren gerilim arttı ve 1974 harekâtında bu saldırılar yoğunlaştı. STK'nın, Bayraktar Camii gibi geniş kapsamlı bombalamalarla Türk sivillerine karşı kışkırttığı, bu provokasyonların Türk toplumunda öfkeyi artırarak Rum köylerine yönelik misilleme eylemlerini tetiklediği belirtildi (ELIAMEP, 2020). Uluslararası Af Örgütü, TMT'nin Rum sivillere yönelik saldırılarını düzenlediğini ve bu eylemlerin iki toplum arasında nefreti körüklediğini rapor etti (Uluslararası Af Örgütü, 1976).

Gazeteci Şener Levent, Afrika gazetesindeki yazılarında ve demeçlerinde, 1974 harekâtının Rum toplumuna yönelik sistematik bir yıkım politikası olduğunu savundu. Levent, Rum köylerinde gerçekleştirilen katliamların, sadece askeri bir operasyon değil, aynı zamanda Rumların ortadan kaldırılmasına yönelik bir strateji olduğunu belirtiyor. Levent, kaybettiği kişilerin davasının ve yerinden edilen Rumların yaşadığı travmayı, Ada'da barışın sona erdiğini ve büyük engellerden birinin olduğunu vurguladı. Ayrıca, Türkiye'nin işgal politikalarının ve paramiliter yapılarının, adadaki Türk toplumunu da manipüle ederek iki toplum arasında güvenliği yokluğunu ifade eder (Levent, 2018).

Aziz Şah, 1974 harekâtının insani ve kültürel yıkımını ele geçirme çalışmalarında, özellikle Rum toplumunun yaşadığının ve kültürel oluşumun tahribatının boyutlarına, yerinden edilen Kıbrıslı Rum mültecilerin işgal yoluyla mülksüzleştirme politikalarına dikkat çeker. Şah, Türk ordusu ve TMT'nin, Rum köylerinde gerçekleştirilen katliamların ve kültürel varlıkların yok edilmesinin, Rum toplumunun adadaki birimlerinin silinmesine yönelik sistematik bir çaba savunulmaktadır. Kayıp kişilerin sorunlarının çözümsüzlüğünün, adadaki toplumsal barışı ortadan kaldırdığını ve bu meselenin uluslararası toplum tarafından yeterince ele alındığını belirtir (Şah, 2020).

Prof. Baskın Oran, 1964 Rum sürgünleri üzerine yazılarında, Kıbrıs meselesinin yalnızca ada ile sınırlı olmadığını, Türkiye'nin dış politikasında Rumlara yönelik sistematik bir baskı politikasının izlendiğini belirtiyor. Oran, 1964'te İstanbul'daki Rumların sürgün edilmesinin, Kıbrıs'taki gerilimlerin bir uzantısı olduğunu ve Türkiye'nin “prensip” olarak azınlıklara karşı sert politikalar uygulandığını savundu. Bu sürgünlerin, 1974 harekâtının bir ön hazırlığı niteliğinde olduğunu ve Türk dış politikasının milliyetçi politikalarının bir olduğunu ifade eder (Oran, 2019).

Yaklaşık 160.000 Kıbrıslı Rum, kuzeydeki evlerini terk ederek güneye göç etti. Bu, adanın üçte birinin denk geliri ve büyük bir mülteci krizi yarattı (ELIAMEP, 2020). Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, yerinden edilenlerin çoğunun evlerine geri dönmediğini ve bu durumun adadaki bölünmüşlüğünü derinleştirdiğini vurguladı (UNHCR, 1975).

 Rum Topraklarının İşgali ve Mülklerine El Konulması 

Harekât, adanın güneyindeki Rumlara ait toprakların ve yerleşimlerin büyük bir kısmını işgal etti. Bu bölgesel, ekonomik, kültürel ve tarihi açıdan büyük önem taşıyordu:

Girne Bölgesi:

Rumların yoğun olduğu Girne, harekâtın ilk hedefiydi. Türk ordusu ve TMT'nin desteğiyle bölge kontrol adı altında alındı. Kırmızı Rum evlerini terk etti ve bölgenin demografik yapısı değişti (Georgis, 2014). -

Mağusa ve Varosha:

Mağusa, özellikle Maraş, Rumlar için önemli bir merkezdi. Harekât sonrasında Maraş terk edildi ve “hayalet şehir” haline geldi. Rum sahiplerinin mülklerine geri dönmeleri engellendi (ELIAMEP, 2020). Avrupa İnsan Hakları, Loizidou v. Türkiye davasında Türkiye'yi mülkiyet haklarının ihlaliden mahkûm etti (AİHM, 1996).

Karpaz Bölgesi:

Rum köylerinin yoğun olduğu Karpaz, işgalin ardından terk edildi. Bölgenin tarihi ve kültürel verim kaybı görüldü (Georgis, 2014). Türkiye'nin kuzeye yaklaşık 100.000 yerleşimcinin getirdiği ve bu politikanın Cenevre Sözleşmeleri'ne aykırı olduğu belirtildi (ELIAMEP, 2020).

Şener Levent, işgal edilen bilgilerin Rum kültürel üretiminin sistematik olarak yok edildiğini, özellikle kiliselerin ve tarihi kayıtların kaydedildiğini belirtir. Levent, bu tahribatın, Rum'un silme işlemini taşımasını ve Türkiye'nin adadaki işgal politikalarının, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde devam ettiğini savunur (Levent, 2018).

Kıbrıs'ın Türk kesiminde yayın yapan Cumhuriyetçi haber sitesi 18 Aralık 2024 tarihli haberinde 'Aziz Şah Avrupa Parlamentosu'nda Türkiye'nin Kıbrıs'a nüfus taşıyarak ve toprak gaspı ile yapılan savaş suçlarını' dağıtıyordu. Avrupa Parlamentosu sunumunda Şah, 11 Aralık 2024'te Avrupa Parlamentosu'nda düzenlenen “Kıbrıs'ın işgal bölgelerindeki malların gaspı” toplantısında, Türkiye'nin 50 yıldır Kıbrıs'ta işgal edilen topraklarda savaş suçlarını anlattı. Sosyalistler ve Demokratların İlerici İttifakı ile Kıbrıslı parlamenter Kostas Mavridis'in organize ettiği toplantıda, Türkiye'nin Cenevre Konvansiyonu ve Roma Statüsü'ne aykırı olarak gerçekleştirilen yerleşimci sömürgecilik, toprak gaspı, kara para aklama ve insan ticareti suçları ele geçirildi.Şah, Türkiye'nin Kıbrıs'ta izlediği politikasının İsrail'in Filistin'dekine benzediğini, buların insan ve kara para aklama gibi sınıraşan organize suçlarla olduğunu belirtti.

Türkiye'nin 1974'ten bu yana Kıbrıslıların zorla yerinden edilerek ve nüfus aktarımı yaparak işgal edilen toprakların seçeneklerini değiştirmeye çalıştığını vurguladı. Toprak gaspının emlak ve inşaat şirketleri boyunca hızlandığını, bu süreçte AB'nin da suçlara karıştığını ifade etti.Taşınmaz Mal Komisyonu'nun çözüm yerine sorununu derinleştirdiğini, mültecilerin haklarının korunması konusunda yetersiz kalan ve toprak gaspını desteklediğini söyledi. Şah, bu suçların sadece Kıbrıslıları değil, AB'yi de ilgilendirdiğini, çünkü gasp edilen mülklerin AB ülkelerinde pazarlandığını belirtti. Türkiye'nin politikalarının Kıbrıs'ta çözümü baltalamayı amaçladığını ve adalet olmadan barışın mümkün olmadığını vurguladı.

Türkiye'nin Kıbrıs'ta 50 yıldır savaş suçları (zorla dağıtma, yerleşimci transferi, mülk gaspı) ve bunların kara para aklama gibi organize suçlarla bağlantısı, AB için de bir sorun teşkil ettiği, Taşınmaz Mal Komisyonu sorununu çözme yerine gaspı hızlandırdığını Şah, uluslararası Ceza Mahkemesi'nin devreye alınması talep etti.

Kıbrıslılar İçin Kıbrıs Sorunu 'Bir İşgal ve Kolonizasyon' Sorunudur

Avrupa Parlamentosu'ndaki en büyük sol grup olan  Sosyalistler ve Demokratların İlerici İttifakı ve Kıbrıslı Avrupa Parlamentosu Milletvekili Kostas Mavridis'in ev sahipliğinde gerçekleşen (2024) Kıbrıs'a katılan toplantıda konuşan Oz Karahan'ın yağdığı sunumu aktaran Cumhuriyetçinin aktardığı bilgiyi özetleyecek Avrupa Parlamentosu'nda, Kıbrıs'ın işgal ettiği yerde devam edecek gaspının, insan karşı suçlar ve sınır ötesi örgütlü suçlarla ilgili olduğu vurgulanıyor. Bu durum, sadece Kıbrıslıların değil, uluslararası toplumun, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ve Avrupa Birliği'nin meselesidir deniliyor. Örnek olarak, 2024'te Kıbrıslı Türk avukatı Akan Kürşat'ın, gasp edilmiş mallarla ilgili bir dava kapsamında İtalya'da tutuklanması, ancak “tek şahidin ölmesi” ile serbest bırakılması, suçluların öldürülmesine ve işgal bölgelerinde binlerce yeni konut projesinin yollanması ve 2006'da öldürücü giren ve gaspını 7 yıla kadar haple cezalandırmaan 303A, etkili bir şekilde uygulandığı için de yağmanım devam ettiği görülüyor.

Avrupa Birliği Adalet Divanı, bu suçların yargı yetkisinin Kıbrıs Cumhuriyeti'nde olup olmadığını teyit de, yasadışı mülkler AB ülkelerinde pazarlandığın aktarıldığı sunumda, Türkiye'nin işgal politikaları, yerleşimci sömürgeciliği ve nüfus transferi, 1949 Cenevre Sözleşmeleri ve 1998 Roma Statüsü'ne göre savaş suçu teşkil ettiği vurgulanırken,1975-1979 arasında 82.500 arası ısıtılırken, Kıbrıslı Türkler arası hale geldi. 2024'te işgal bölgesini 1 milyonaştığı belirtiliyor. Ancak, hem Kıbrıslı Rumları hem de Türkleri olumsuz etkilerken, bir genelinde Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde Türkiye'nin suçlarına ilişkin bir davanın devam ettiği hatırlatılıyor. Ancak, dış müdahaleler (İsrail Cumhurbaşkanı'nın bir mal gaspçısını savunması) ve devletin kısıtlaması nedeniyle karmaşıklaştırdığı belirtilirken Kıbrıslılar, AB ve devlet politikalarının yaptırımları, ambargolar ve boykotlarla müdahale edilmeyi talep ediyor deniliyor. bu, bir işgal ve kolonizasyon sorunu olarak ele alınıp, insanlığa karşı suçların siyasi çözümlerine bağlanmanın kabul edilemeyeceği belirtiliyor

Uluslararası Kararlar 

Türkiye'nin Adadaki varlığı, uluslararası toplum tarafından işgal olarak tanımlanmış ve bu durum çeşitli kararlarla doğrulanmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1974'te 353 sayılı kararla, Türkiye'nin askeri müdahalesini kullanarak yabancı güçlerin adadan kaldırılmasını talep etti. 1983'te alınan 541 sayılı karar, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin (KKTC) tek şans aralıklarını yasal olarak geçersiz olması durumunda ve tüm devletlere KKTC'yi tanıma takvimi yaptı. 1984'te alınan 550 sayılı karar, Türkiye'nin adadaki askeri bölgeleri işgal olarak tanımlandı ve KKTC'nin tanınmamasını yineledi (UNSC, 1974; 1983; 1984).

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 1996'daki Loizidou v. Türkiye davasında, Türkiye'nin kuzeyindeki Rum mülklerini işgal ederek mülkiyet haklarını bozmadığını teyit etti (AİHM, 1996). Avrupa Birliği, Kuzey Kıbrıs'ı “Türkiye'nin işgali altında Avrupa Birliği havalisi” olarak sakladı ve KKTC'yi tanımaz.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1974'te 353 ve 360 sayılı kararlarla harekâtı eleştirdi ve adadaki yabancı güçlerin kaldırılmasını talep etti (UNSC, 1974). Avrupa Konseyi Parlamento Meclisi, 1976'da harekâtın insani sınırları ve mültecilerin kınadı (Avrupa Konseyi, 1976). Avrupa İnsan Hakları, Türkiye'nin kuzeyindeki mülkiyet haklarının ihlal edildiğini teyit etti (AİHM, 1996).

Günümüz Yansımaları

Kuzeydeki Rum topraklarının işgali, demografik değişiklikler ve paramiliter yapıların işleyişi, Kıbrıs sorununun çözümünü zorlaştırıyor. 2017 Crans-Montana anlaşmalarının başarısızlığı, sonuçta çözümsüz kaldığı görüldü (ELIAMEP, 2020).

Şener Levent, harekâtın Rum toplumunda oluşan travmanın, özellikle kayıp kişiler ve mülteci sorunlarının üzerinden devam ettiğini belirtiyor. Levent, Türkiye'nin adadaki işgal politikalarının ve paramiliter yapılarının, iki toplum arasındaki güvenin yok olduğunu ve barış sürecinin engellediğini savunur (Levent, 2018).

Aziz Şah, işgalin devam eden etkilerinin, özellikle mülteci ailelerin ve kayıp kişilerin yaşadığı travmanın, barış sürecinin imkansız hale getirildiğini ifade eder. Şah, uluslararası toplumda bu insani krizlere yeterli tepki göstermediğini, Türkler tarafından zorla yerlerinden edilen Kıbrıslı Rum mültecilerin işgal yoluyla mülksüzleştirme politikalarına dikkat çeker ve Rum'un kültürel dağılımının korunmasının vurgular (Şah, 2020).

Prof. Dr. Baskın Oran, Kıbrıs meselesinin, Türkiye'nin milliyetçi politikalarının bir sonucu olarak, hem Adada hem de Türkiye'deki Rum toplumunda kalıcı insani krizlerin yarattığını ifade eder. Oran, 1964 sürgünlerinin ve 1974 harekâtının, Türk dış politikasının azınlıklara yönelik baskıcı yaklaşımının birer örnek olduğunu belirtiyor (Oran, 2019)

Karahan Öz, Kıbrıs'ın işgal altındaki bölgelerde devam eden mülk gaspının, insanlığa karşı suçlar ve sınır ötesi örgütlü suçlarla bağlantılı olduğunu vurguluyor. Bu durum, sadece Kıbrıslıların değil, uluslararası toplumun, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ve Avrupa Birliği'nin meselesidir deniliyor (Cumhuriyetçi, 2024)

Sonuç

1974 Kıbrıs Harekâtı, adanın güneyindeki Rum topraklarının işgali, 160.000 kişinin yerinden edilmesi ve yaklaşık 3.000 kişinin ölümüyle sonuçlandı. TMT ve STK gibi Türk paramiliter yapıları, Türk sivilleri Rumlara karşı kışkırtarak ve Rum köylerine saldırılar düzenleyerek sivil kayıplarını artırdı. Sabri Yirmibeşoğlu'nun itirafları, STK'nın camilere yönelik bombalamalar gibi provokasyonlarla Türkleri Rumlara karşı ayaklandırdığını ortaya koyuyor. Şener Levent, harekâtın Rumlara yönelik sistematik bir yok etme politikası olduğunu ve kültürel depolamanın güncellendiğini belirtiyor. Aziz Şah, işgalin insani ve kültürel yıkımını vurgularken, Rumların silinmesini amaçlayan politikaların uluslararası hukuka aykırı olduğunu savunuyor. Prof. Baskın Oran, harekâtın ve 1964 sürgünlerinin, Türkiye'nin azınlıklara yönelik politikalarının bir parçası olduğunu vurgular, Karahan Oz mülk gaspının “Kıbrıs meselesiyle çözüleceği” fikri reddedilirken; bu, bir işgal ve kolonizasyon sorunu olarak ele alınıp, insanlığa karşı suçların siyasi çözümlerine bağlanmanın kabul edilemez olduğunu savunuyor

Uluslararası toplum, BMGK ve AİHM kararlarıyla Türkiye'nin adadaki topraklarında işgal olarak bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, tüm uluslararası kararlara ve tepkilere rağmen adanın %36'sını işgal altında tutmaya devam ediyor. Kıbrıs'ta yaşananların üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmiş olsa da yaraların devam ettiği dün gibi taze olduğunu görüyoruz. Bunun nedeni, günlerle ilgili herhangi bir yüzleşmenin yaşanmaması ve kanun, yasa tanımayan Türkiye Cumhuriyeti'nin yaraları deşer gibi Kıbrıs'taki provokasyonlarına hala devam ediyor olmasından kalmak. Kıbrıs'ta yaşananlar, geçmişle, katliamlarla ve soykırımlarla yüzleştiğinde, barış adına ve bir arada yaşama adına tek bir adım bile atılamayacağını gösteriyor. Üstelik bu durum yeni provokasyonların, katliamların ve soykırımların habercisi olabiliyor. Bu durumda en iyi örneklerden ikisi, iki cinayeti hatırlatmakla fayda faydaları. ilk; 20 Mart 1994 tarihinde, Kıbrıs Kürt Dayanışma Komitesi'nin başkanı ve Türkoloji uzmanı Theofilos Georgiadis'in Lefkoşa'daki evinin önünde katledilmesidir. İkincisi; Kıbrıslı gazeteci ve yazar Kutlu Adalı'nın, 14 Mart 1996'da St. Barnabas Manastırı'nda oynanan kişisel bir baskını araştırmasının ardından gelen tehditler sonrasında, 6 Temmuz 1996'da 61 yaşında suikastla başlar. Türk İntikam Tugayları'nın her ikisi de Türkçü paramiliter yapıdan tehditler yaşamış ve her ikisi de MİT'in bu paramiliter güçleri tarafından katledilmiştir.

Türk Özel Harp Dairesi'nin ve Türk Mukavemet Teşkilatı'nın yarım asır önce düzenlenen suikastlar ve provokasyonlar, yüzleşilmediğinde nasıl benzer ve daha tehlikeli bir şekilde devam edildiğini bize gösteriyor. Bu nedenle, her zaman söylediğimiz gibi, tekçi, ırksal, katliamcı ve soykırımcı tedavilerin panzehiri, geçmişte yaşananlarla ne temiz olursa olsun silinir. Bir arada yaşamın savunucusu olan kesim, Kıbrıs'ta yaşanan katliam, tehcir ve benzeri provokasyonlarla yüzleşilmesi için elinden gelmek zorundaydı. Aksi takdirde, kardeşlikten, bir arada yaşamdan ve gelecekten bahsetmek mümkün değildir. Kıbrıs için kara bir gün olan işgalin 51.yıl dönümündeyiz. İşgalci Türk devletini bir kez daha kınıyor ve lanetliyorum. O karanlık günlerde, kaybettiğimiz tüm canlarımızı minnetle ve saygıyla anıyorum.

Referanslar

1. Varnava, A. (2009). Kıbrıs'ta İngiliz Emperyalizmi, 1878-1915: Önemsiz Mülkiyet. Atina: Ekdotiki Athinon.

2.Georgis, G. (2014). Kıbrıs 1974: Bir Yunan Trajedisi. Atina: Ekdotiki Athinon.

3. ELIAMEP (1975). Kıbrıs Sorunu: Tarihsel Arka Plan. Atina: ELIAMEP Yayınları.

4. ELİAMEP (2020). Kıbrıs: Donmuş Bir Çatışma. Atina: ELİAMEP Yayınları.

5. Uluslararası Af Örgütü (1976). Kıbrıs Sorunu Raporu. Londra: Uluslararası Af Örgütü.

6. ICRC (2007). Kıbrıs'ta Kayıp Şahıslar: İnsani Bir Sorun. Cenevre: Uluslararası Kızılhaç Komitesi.

7. UNHCR (1975). Kıbrıs: Mülteci Krizi Raporu. Cenevre: Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği.

8. AİHM (1996). Loizidou / Türkiye. Strazburg: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi.

9. BM Güvenlik Konseyi (1974). Karar 353 ve 360. New York: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi.

10. BM Güvenlik Konseyi (1983). Karar 541. New York: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi.

11. BM Güvenlik Konseyi (1984). Karar 550. New York: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi.

12. Avrupa Konseyi (1976). Kıbrıs'taki Durum Raporu. Strazburg: Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi.

13. Oran, B. (2019). 1964 Sürgünleri: Kıbrıs Meselesi mi, 'Prensip' Meselesi mi? https://yakindoguyazilari.com/baskin-oran-1964-surgunleri-kibris-meselesi-mi-prensip-meselesi-mi/

14.Levent, Ş. (2018). Afrika Gazetesi Yazıları. Lefkoşa: Afrika Yayınları.

15.Şah, A. (2020). Kıbrıs'ta Kültürel Yıkım ve İnsani Krizler. Lefkoşa: Bağımsız Yayınlar.

16.Habertürk (2010). Sabri Yirmibeşoğlu'nun Açıklamaları. İstanbul: Habertürk Yayınları.

 

18 Haziran 2025 Çarşamba

Adem Ekiz: Pontusça benim için ana dilimdir

Pontus şarkılarının yaratıcısı, Pontus Kalamarya Birliği'nin düzenlediği ve "Stavros Kougioumtzis" tiyatrosunun dolu salonunda düzenlenen etkinliğe katıldı. Etkinlikte, ünlü lir sanatçısının hayatını anlatan bir belgesel gösterildi.

 Eserin başlığı "Ruhun Adımları - Trabzon'dan Kalamarya'ya", Ekiz'in kendi yaşamıyla, genç yaşta başladığı Beşköy'den, Yunanistan ve Türkiye'de ulusötesi tanınmaya ve ailesinin Pontus geleneğini ve dilini kurtarma çabasıyla doğduğu yere geri dönmesine paralellik göstermektedir.

Ekiz'in hayatını filme alarak hedeflediği şey Pontus unsurunu vurgulamak ve Pontus'un dilini ve kültürünü korumaktır. "Belgesel aracılığıyla Pontus unsurunu ve bunun insanların içinde, ister Türkiye'de ister Yunanistan'da yaşasınlar, derin köklerini vurgulamak istedim. Türklerin Pontusluları ve Pontusluların da Türkleri anlamasını istedim," diyor.

Adem Ekiz, yıllardır Yunanistan ve komşu ülkede konserler veriyor ve vatandaşları tarafından kripto-Hristiyan olduğu için sık sık eleştiriliyor. "Birleştiren sadece sanattır," diye cevaplıyor Ekiz karakteristik gülümsemesiyle.

Gösterimden kısa bir süre önce Radyo Selanik'e belgeselin hazırlanma amacını ve ana dili olan Pontus dilini anlattı.

Adem Ekiz: Pontusça benim için ana dilimdir

" İzmir, İstanbul, Ankara'da gösterilen bir belgesel yaptık, yaz aylarında Trabzon'da da gösterilmesi bekleniyor."

İstanbul'daki belgesel gösteriminden sonra, Pontion derneğinin başkanı Kostas Zois tarafından belgeseli burada Kalamaria'da göstermemiz için davet edildik. Bunu yapacağımızı söyledi ve sözünü tuttu, kendisine teşekkür ediyorum.

Belgeselde benim gözlerimle atalarının topraklarına dönüş hikayelerini, benim anlatımlarımla da Trabzon Pontuslularının yaşamını izliyoruz.

Çekimlerin büyük bir kısmı orada gerçekleşti ve Yunanistan'da yaşayan insanların, atalarının topraklarında yaşayan insanların nasıl yaşadığını anlamalarını ve Yunanistan'daki Pontus geleneklerini göstermelerini istedim.

Pontus benim için ana dilimdir. Doğduğum anda hemen öğrendim. Evim aracılığıyla ama aynı zamanda köyüm aracılığıyla da temas kurdum çünkü büyüdüğüm bölgenin tamamı sadece Pontusça konuşuyor. Müziğim aracılığıyla halklarımızın bir araya gelmesini ve Pontus'un yaşatılmasını umuyorum .

" Derneğimiz 1985 yılından bu yana Kalamara'da faaliyet gösteriyor, bu yıl 40. yılımızı kutluyoruz. Bugünkü belgesel gösterimi etkinliğimiz derneğimizin yıl dönümü etkinliklerinin bir parçasıdır."

Kalamaria Pontuslular Birliği Başkanı Kostas Zois, "Adem'in teklifimizi kabul etmesi ve belgeselin Yunanistan'da ilk kez gösterilecek olması bizim için büyük bir onur. Umarım izleyenler de bundan keyif alırlar " dedi. RThess

Kaynak

17 Eylül 2024 Salı

ANASTASİA KOSMİDOU TURKİYE'DEKİ YAKINLARINI ARIYOR

 Yannis Vasilis Yaylali

Anastasia Kosmidou Türkiye'de kalan yakınlarını arıyor. Anastasia uzun yillar teyzesi Anastasia'yi (Fatma Bazdan) aradi. 

Sevgili Anastasia ismini de geride birakmak zorunda kaldiklari teyzesinin gerçek isminden aliyor. Anastasia 85 yaşında ve geride birakmak zorunda kaldıkları teyzesini bulmak için her kapiyi çalmış, Yunanistan'da bu yüzden TV programlarına dahi katılmış ama bu zamana kadar bir sonuç alamadıklarını da konuşmada belirtiyor.

LİTHOTOPOS (KAYALI) HEM MÜSLÜMAN AZINLIĞA HEM PONTOSLU GÖÇMEN RUMLAR'A EV SAHİPLİĞİ YAPAR 

Anastasia ve eşi Germanos Serres'in Lithotopos köyünde yaşıyor, köyleri hem leyleklere hem de çok güzel bir göle ev sahipliği yapıyor. Osmanli döneminde o köyde Müslüman azınlığın yaşadığı biliniyor. Anastasia köyün adınin  Kayalı olduğunu belirtiyor. Balkan savaşları ve sonrasinda da kabul edilen  Türkiye ile Yunanistan arasında kabul edilen mübadele antlaşması sonrası buradaki Musluman azınlık köyden ayrılıyor. Musluman azınlığın boşalttığı köye yine mübadele antlaşmasıyla Yunanistan'a Pontos'tan (Karadeniz) Ordu ve Samsun’dan gelen Rumlar yerleşiyor. Köyün ismi de aslinda Kayalı olarak kalir çünkü Lithotopos yunanca yine Kayali anlamına gelen bir isim, köy ortasından bölünmüş gibi bir kısmında Ordu'dan gelen Rum göçmenler ve diğer kısmında Samsun’dan gelen göçmenler yerleşmiş.
Anastasia'nin ailesi Samsun'dan Yunanistan'a göç eden Rumlardan, aile Pontos'ta  bir çok badire atlatsada Mübadele antlaşmasına kadar Samsun'da yaşamaya devam etmiş. Yunanistan ile Türkiye arasında Mübadele antlaşması gerçekleşince  o dönemde antlaşma gereği 1.500 milyon Hristiyan nüfus Yunanistan'a gönderildi. Pontos'dan da yüzbinlerce insan bu antlaşma ile Yunanistan'a götürüldü. Anastasia'nin ailesi de bu antlasmayla Yunanistan'a dönecekti.

KOSMİDOU AILESI ISTIKLAL MAHKEMELERININ HIŞMINA UĞRAR

Anastasia'nin babasi da İstiklal Mahkemelerinin hışmına uğrayan Rumlardan, o dönem yargılamalar sonrası hapishaneye atılıyor, düzmece yargılamalar sonrası asılarak katledilen insanlarını da bildiğinden hapishaneden kaçma planlari yapıyor ve orada bu konuyu diğer arkadaşlarına açar ama diğer arkadaşları bu plandan korkar, gelmek istemezler, böylece tek kişilik kaçma planı yapar ve ardından hapishaneden de kaçmayı başarır yıllarca dağlarda yaşar, mübadele kararı çıkınca dağlardan döner, ardından  Yunanistan'a geçmek için hazırlık yaparlar.Elbette bu Mübadele antlaşması her tarafta nizami uygulanamadı. Pontos dâhil bir çok bölgede sorunlar, saldırılar, kaos devam ediyordu. Böylesi bir zamanda aileler bir taraftan bu kaosla bahsetmeye çalışıyor, öte taraftan da herseylerini geride bırakarak Yunanistan'a gitme hazırlığı yapılıyor. Tam böylesi bir zamanın ortasında o dönemde çocuk olan teyzeleri Anastasia'yi (Fatma Bazdan) kaybediyorlar. Ne yapsalarda bulamıyorlar, onu geride bırakarak aile Yunanistan'a geliyor. Anastasia'nın aktardigina göre o kaos ortamında başına bir şey gelmesin, öldürülmesin diye teyzesinin yine yaşıtları tarafından saklandıği yönünde ama kesin ne olduğu o dönemde bilinmiyor.

YILLAR SONRA ANASTASİA'YI  BULURLAR AMA ERKEN KAYBEDERLER

Uzun yillar teyzelerini aradığını aktaran Anastasia 1950'lerin ortasında kendi yakınlarını aramaya giden birisine bir umutla teyzelerinin bilgilerini de veriyorlar. Yunanistan'dan Samsun'a kişi kendi yakınlarını ararken bir taraftan da Samsun'da kalan Anastasia'nin bilgilerini    de sorduğu kişilere verir. Uzun aramalar sonuç verir ve Anastasia (Fatma Bazdan) bulunur. Hem kaybolan teyze olan Anastasia hem de Yunanistan'a döndükten sonra bu müjdeyi Anastasia'yi arayan ailesine ilettiklerinde tam bir bayram havasi yaşanır.  Türkiye'de Anastasia, Yunanistan'da ailesi büyük heyecanlanır, önce yıllarca mektupla görüşmeler olur, ardından Kosmidou ailesi yakınlarını Yunanistan'a davet ederler. Yillar sonra gözyaşları arasında iki kardeş Anastasia ve Simela  ve Yunanistan'daki aileleri bir araya gelirler, uzun, uzun hasret giderirler. Aslında kayıp olan o koca zamandan sonra asla bir daha ayrilmayacaklarini düşünürler. O Büyük kavuşma,hasret giderildikten Anastasia için dönme zamanı gelir, çünkü alinan vizenin süresi bitmişti. Kaybettikleri çocuklarını buldukları için ve bundan sonra ayrılığın olmayacağını düşünen Kosmidou ailesi belki gönül rahatlığıyla olmasa bile , hatta içleri hiç rahat olmasa bile Anastasia'yi Türkiye'ye gönderirler.



TÜRK DEVLETININ  55 VE 64 YILLARINDA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ RUM KIRIMI ANASTASİA İLE BAGLARI DA KOPARIR 


Aslinda Kosmidou ailesinin tedirginliği anlaşılır. Geçmişte özellikle Pontoslu Rumların neler yaşadığını, nelere maruz kaldığını ve sonrasinda kalan Rum nüfusa karşı neler yapildigi bilinince gerçekten tedirginlikleri oldukça anlaşılır. Türkiye'de Rumlar, Hıristiyan nufus için aslinda yeni bir linç sürecinin, İstanbul merkezli başlayacak ve bir çok ile yayılacak pogrom sürecini öngerebilseler yıllarca kayıp olan ge tamamen şansla  yillar sonra kavuştukları çocuklarını asla geri göndermezlerdi. İşte bu pogrom surecinden, kaos surecinden, Rumlara karşı yeni bir saldiri dalgasindan (6-7 Eylül 1955 pogromu ve 1964'de İstanbul'da kalan Rumların gönderilmesi ) sonra ne kadar uğraşsalarda bir daha bağlantı kuramazlar..

Kayıp teyzesinin ismini alan sevgili Anastasia teyzesi ile ilgili  bilgileri bizle paylaştı, artık teyzesi Anastasia ile buluşma imkanlarının olmadığını, uzun yillar önce hayatının kaybetmiş olabileceğinin farkında ama kuzenlerinin hala yaşıyor olabileceğini düşünüyor,umudunu hiç bir zaman kaybetmedigini, ölmeden kuzenlerinle buluşacağını umuyor ve bu yüzden onu ve değerli eşi Germanos'a başka bir vesileyle yaptığım ziyarette direkt kendi başlarından geçen bu konuyu ve teyzesini ve neler yaşadıklarını anlatti. Yunanistan'dan kayip ailesi, yakınlarını arayan Anastasia ile direkt empati kurabildim çünkü benzer bir durumu da ben yaşamıştım, uzun yillar Türkiye'den başlayarak Yunanistan'a uzanan hiç de kolay olmayan bir arayışın sonrasında Selanik, Drama'da yaşayan akrabalarımı bulmuştum. Sonrasinda Yorgos Andreadis'in gerçek bir hikayeden, büyük bir trajediden yola çıkarak yazdigi Tolika adli eserinden yola çıkarak Bafra’da yaşayan yazar ve aktivistlerden yardım alarak ve onların uzun araştırmaları sonrası  Bafra'da kalan Tolika’yı kardesi Sofya ile buluşturamazsak da o arayışı mutlu sona kavuşturmuş Tolika ve Sofya'nın çocukları olan  Eleni ile Mehmet'i buluşturmustuk. O kavuşmayı, buluşmayı anlatan  gazeteci Gonca Vural beni çok etkilemişti. O buluşma esnasında yanyana olamazsak da gözyaşlarımız buluşmuştu. Benim ailemin, Tolika’nin , Tamama'nin, Belaiya'nin, sevgili Mert Kaya'nin ailesinin ya da Anastasia'nin hikayelerinin benzerini yaşayan binlerce, onbinlerce insanımızın olduğunu biliyorum. O yüzden deneyimlerimizi, acılarımızı, yaşadıklarımızı paylaştığınızda belki de benzer arayışları olan yüzlerce, binlerce insanımıza bir umut kapısı, yaşadıkları büyük karanlığa bir nebze de olsa ışık olabiliriz diye düşünüyorum. Büyük uğraşlar ile bölünmüş onlarca aile birbirini buldu, bu konuda duyarlı olursak yüzlerce, binlerce kayip yakini ailelerine kavuşabilir diye düşünüyorum.


KAYIP TEYZE ANASTASİA'NIN (FATMA BAZDAN) BİLGİLERİ AŞAĞIDADIR 


Sevgili Anastasia’nin kayıp teyzesi ile ilgili paylaştığı bilgiler ise şöyle: Anastasia’nin teyzesinin ismi daha önce belirttiğim gibi Anastasia daha sonradan Fatma ismini almış, evlendikten sonra Bazdan soyadını almış, aile Samsunlu, babasinin ismi Yorgos, annesinin ismi Parthena, dört kardeşler Xaralambos, Simela, Parthena, dördüncü kardeşin ismini bilmiyoruz.


Anastasia’nin (Fatma Bazdan) dört çocuğu var, üç tanesi erkek bir tanesi kadın, erkeklerin isimleri net olmasa da Fatma Bazdan’in kızının ismi Duriye ve İzmir’de bir bankaci ile evlenmiş olduğunu biliyoruz.

Erkek çocuklarının isimleri net olmasada Erkek cocuklarindan birinin resmi mevcut, onu söyleşide paylaştık. Aslinda Fatma Bazdan’in bir resmi mevcutmuş ama aramalar esnasında bulabilirler diye Almanyadan tanıdıkları bir kişiye bu resmi veriyorlar, o kişiye ve resime daha sonra bir daha ulaşamıyorlar. Samsundan Izmir’e uzanan bu trajedi belki bir nebze giderilebilir, ilk kuşaklar anneler, babalar,kardeşler bir birini görmeden, birbirlerine doyamadan yaşamlarını kaybetmişse de kuzenleri, geriye kalan aileyi bir araya getirebiliriz, bu konuda bilgisi olanlar, duyumları olanlar, benzer hikayeye rastlamış,dinlemiş olanlar varsa, aşağıda bırakacağım e mail adresine bilgi bırakabilir…

İletisimiçin: yannisvyaylali@gmail.com