Hiçbir zaman bulamayacağınız mezarlar kazdım
İçlerine hayatımı gömdüğüm
Oysa adlarımız vardı bizim
Daha içten, daha derin ve daha gerçek
O adlar ki kanımdır benim senin için ise toz.”[1]
Ayasofya’yı, “yeniden fethe”derek “büyük zafer”den söz edenler, “Zifiri Karanlık”[2] olarak betimlenen 6-7 Eylül 1955’in mirasçılarıdırlar.[3]
“Postmodern Helen saldırısı”[4] türünden ucuz teranelere sarılan söz konusu zihniyet; aynı zamanda 1922’de İzmir’i yakıp -yaktıkları hâlde kabullenmeyerek- “Gavur İzmir” tiradından geri adım atmayanlardır.
Coğrafyamızın otokton etnisitelerini, “Türkiye Türktür, Türk kalacaktır” haykırışıyla ötekileştiren söz konusu zihniyetin unutup/unutturmaya çalıştığı ilk şey; onların tarih ve mezarlarının bu topraklarda olduğudur.
ÖTEKİLEŞTİRİLEN BİZİMKİLER
“Nasıl” mı?
Herkül Millas’ın, ‘Aile Mezarlığı’ başlıklı romanında İstanbul’da yaşayan Rum toplumunun seksen yıldaki değişimi tarihsel olaylarla bağı içinde anlatılırken; Beyoğlu’nda kürkçü ustası olan Adonis, 1936’da Atina’ya göç edince bir “aile mezarı” gereğinden söz etmeye başlar: “Mezar, var olduğumuzun kanıtıdır. Biz neyiz? Rum mu? Yunan mı? Vatanımız neresidir? Ya topraklarımız? İşte bu sorulara bir cevaptır aile mezarı.”[5] “Vatan ne taşınabilir bir şeydir ne de yeniden kurulabilir. Atina’da bir mezar, belli bir yaştan sonra aldığımız bir yazlık ev gibidir. Baba evi başkadır.”[6]
Evet bu topraklar onların “Ana/Baba evi”dir…
Bir an düşünün biz “Başıbozuk” diyoruz, onlar “Basibozukis”. Biz “Poğaça” diyoruz, onlar “Bugaça”.
Biz “Cüce” diyoruz, onlar “Cuces”. Biz “Çorap” diyoruz, onlar “Çorapi”.
Biz “Dert” diyoruz, onlar “Derti”. Biz “Dünya” diyoruz, onlar “Dunyas”.
Biz “Fidan” diyoruz, onlar “Fidani”.
Biz “Hanım” diyoruz, onlar “Hanumisa”.
Biz “Hayvan” diyoruz, onlar “Hayvani”. Biz “Hoca” diyoruz, onlar “Hocas”. Biz “Huzur” diyoruz, onlar “Huzuri”.
Biz “İnat” diyoruz, onlar “İnati”. Biz “İnsaf” diyoruz, onlar “İnsafi”.
Biz “Kavgacı” diyoruz, onlar “Kavgacis”. Biz “Kocaman” diyoruz, onlar “Kocam”.
Biz “Leş” diyoruz, onlar “Leços”.
Biz “Mahalle” diyoruz, onlar “Mahalas”. Biz “Mahmur” diyoruz, onlar “Mahmuris”. Biz “Manita” diyoruz, onlar “Maniça”. Biz “Menekşe” diyoruz, onlar “Menekses”.
Biz “Nalet” diyoruz, onlar “Naletis”. Biz “Nine” diyoruz, onlar “Nene”.
Biz “Paçavra” diyoruz, onlar “Paçavura”. Biz “Pazarlık” diyoruz, onlar “Pazarya”.
Biz “Peşkeş” diyoruz, onlar “Peskezi”. Biz “Rahat” diyoruz, onlar “Rahatlidikos”. Biz “Saz” diyoruz, onlar “Sazi”. Biz “Sersem” diyoruz, onlar “Sersemis”. Biz “Sınır” diyoruz, onlar “Sinoro”.
Biz “Sürtük” diyoruz, onlar “Surtikis”. Biz “Şaşmak” diyoruz, onlar “Sastizo”. Biz “Şarlatanlık” diyoruz, onlar “Çarlatanya”.
Biz “Tuğla” diyoruz, onlar “Tuvlo”. Biz “Tüfek” diyoruz, onlar “Tufeki”.
Biz “Urgan” diyoruz, onlar “Organi”. Biz “Üslup” diyoruz, onlar “Sulupi”.
Biz “Yavuklu” diyoruz, onlar “Yavuklis”. Biz “Zülüf” diyoruz, onlar “Çulufi”.
Biz “Yangın diyoruz, onlar “Yangini”.
Biz “Ah!” diyoruz, onlar “Ahti!”[7]
Dahası da var! Ancak bu denli iç içe olmak onları ötekileştirmeyi engellememiş…
ACININ TARİHİ
“İyi de neden?” sorusunun geriye dönük çeşitli kilometre taşları var.
Dido Sotiriyu’nun, “Gene başladı işte felaket hikâyeleri. Burgu gibi gelip saplanırlar adamın kulaklarına! Bir bunağın kafasındaki çınlayan hayali çığlıklar gibi…”
“Ve sen Kör Mehmed’in damadı! Hele sen! Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme! Öldürdüm evet seni, ne olmuş! Ve işte ağlıyorum. Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini! Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmed’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya!
“Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin!”
“Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!”[8] satırlarındaki trajedi(ler) bir ara uğrak…
Bunun da -saklanan- Celal Bayar’lı, İT (İttihat ve Terakki)’li öncesi var ki, o da şöyle:
İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra Hıristiyan unsurların yok edilmesine, servetlerinin her türlü yolla Türklerin eline geçmesinin sağlanmasına karar verildi. Bu hedefe ilişkin sistematik plan 10 yıllık sürede, kesintisiz, duruma göre bazen sıkı ve şiddetli, bazen gevşek uygulanacaktı. 1913 sonbaharına doğru siyah kalpaklı, kadife pantolonlu fedailer örgütlenmeye başlamıştı. Bir taraftan eylemci bir silahlı güç organize edilirken diğer taraftan yoğun bir propagandayla halk hazır hâle getiriliyordu.
Gazeteciler okurları tahrik edici yazılar kaleme alıyor, halk fanatikleştirilmeye çalışılıyordu. Pan-İslâmist Derneği’nin üyesi Hüseyin Kazım şunları yazıyordu. “Aramızda böyle imansızların varlığı bizim için bir yara olup, dinimiz için bir küfürdür. Bunlara karşı her ilişki bizim için bir leke olup, her türlü bağlantı ruhsal beladır… Bizim için her Hıristiyan işgal ettiği makam ne olursa olsun, sırf Hıristiyan olduğu için kör olup, insanlık haysiyetinden yoksundur.”
Başta Rumlar olmak üzere halkta Hıristiyan nefreti uyandırmak için her şey yapılıyordu. Türk halkının bu unsurlar var oldukça fakir kalacağı, Müslümanların hayatlarından ve şereflerinden emin olamayacakları, devletin tehlikeye maruz kaldığı belirtiliyordu. Elden çıkan iller haritalarda siyah renkte gösterilerek, intikam sözcükleriyle okul duvarlarına asılıyor, hatipler ve propagandacılar intikam ve nefret söylemleriyle ülkenin değişik bölgelerinde görev yapıyorlardı.[9]
İT patentli milliyetçi şiddet hareketleri devreye girerken 1912 yılında Anadolu’da toplam 1.254.333 Rum yaşıyordu. En yoğun oldukları bölgeler ise Aydın, Trabzon, Konya, Balıkesir idi. Trakya’da ise 261.477 Rum vardı.
Yine 1917 İstanbulu’nda 1 milyon 350 bin nüfus varken; bunun 400 bini Rum 500 bini Müslüman, geri kalanı da diğer azınlıklardan oluşuyordu. Lozan Antlaşması’nda sonra Rum’ların nüfusu 110 bine düştü.
Bu dramatik (ve travmatik) bir hâldi ve Osmanlı’dan TC’ye dek Hıristiyan ahâliye yönelik devlet politika ve uygulamalarının ürünüydü.
Osmanlı İmparatorluğu’nun iskân ve sürgün politikalarının en önemli özelliği etnik ve dinsel nüfus yoğunlaşmalarını karıştırarak önlemekti. Toprak kayıplarının başladığı dönemlerde ordunun terk ettiği yerlerdeki Müslüman ve Türk nüfus da geri çekilmiş böylece sürekli bir muhaceret sorunu yaşanmıştı. Özellikle Rus Çarlığı’nın yayılma ve çekilme politikaları Osmanlı ile benzerlik taşıdığından savaşlar sonucu karşılıklı göçler yaşanıyordu. Mesela 1783’te Kırım’ın işgali sonucu, Tatar Müslümanlar kitlesel olarak Osmanlı topraklarına göç ediyorlardı. Balkanlar’dan Kafkaslar’a kadar Ruslara karşı alınan her yenilgi İmparatorluğa göç eden Müslüman nüfusu artırmaktaydı. Abdülhamit, bu artıştan memnundu. Ruslar açısından ise bu durum boşalan yerlere Hıristiyan nüfus iskân edilmesi fırsatı yaratmıştı. Nitekim Osmanlı tebaası Rum ve Ermenilerin bu yerlere göç etmesi teşvik edildi.
10 Temmuz 1908’de Abdülhamit’in Anayasa’yı ilan etmesi mutlakıyetin ağır baskısından kurtulan Hıristiyan halkı başlangıçta sevindirmişti. Ancak çok geçmeden “Girit’i Birleştirme” girişimleri nedeniyle İstanbul, İzmir ve Selanik’teki Rumlara karşı yağma ve tehcir hareketleri başladı. İT, eğitimden ticarete Türkleştirme ve Müslümanlaştırmayı hedefliyor, Almanya’nın çıkarları ve yönlendirmeleriyle İmparatorluğun can damarları kesiliyordu.
Rıza Nur hatıratında Topal Osman ile yaptığı bir konuşmayı şöyle anlatmakta. “… ‘Ağa Pontusu iyi temizle’ dedim ‘temizliyorum’ dedi. ‘Rum köylerinde taş üstünde taş bırakma’ dedim. ‘Öyle yapıyorum ama, kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum’ dedi. ‘Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler’ dedim. ‘Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim’ dedi.” Topal Osman fiilî Giresun Belediye Başkanlığı (daha sonra cumhurbaşkanlığı muhafız alay komutanı), Rıza Nur ise Osmanlı Meclisi’nde milletvekilliği yaptı (daha sonra milletvekili ve bakan). Doğu Karadeniz’de birkaç kilise dışında Rumlara ait hiçbir şey bırakılmadı. Aynı uygulamalar Ermenilerin yoğun yaşadıkları bölgelerde de yapıldı, böylece kültürel izler de yok edildi.
Avukat ve şair olan Mikail Argirapulos, 4 Eylül 1908’de İzmir Bornova’da bir İngiliz malikânesinde İT’nin önemli temsilcilerinden biri olan Dr. Nâzım Bey ile dünyanın ilgisini çeken bir söyleşi yapıyordu. Dr. Nâzım, örgütün Elen varlığına nasıl baktığını ve politikasının ne olacağını şu sözlerle anlatıyordu. “Bugün Anadolu’da Elen olarak 3.000.000 kişiyi bulduğunuz tahmin ediliyor. Göründüğü gibi azınlıkta bulunuyorsunuz, buna rağmen taleplerde bulunarak, büyük kargaşa kopararak hareket ediyorsunuz. Yarınlarda, başka ve size bahsettiğim nedenlerden dolayı gittikçe azınlığa düşeceksiniz.
Lütfen bunu iyice dinleyiniz: Var olan çoğunluk zirveye ulaşacak. İlk şık olarak: Gereksiz savaş hazırlıkları dışında sükûnet ve nizam hüküm süreceği için doğumlar çoğalacak. İkinci şık olarak: Şimdi İmparatorluğun sınırları dışında bulunan milyonlarca Türklerden büyük bir çoğunluk tabii veya başka yollardan bu topraklara akın edecek. Gelişmeleri seyredin; bugünkü şövenistlerin kaderini tahmin etmeniz için sizi yalnız bırakıyorum.”
Söyleşiyi izleyen gazeteci Mihail Rodas, söyleşiden sonraki duygu ve düşüncelerini şöyle anlatıyor. “Akşam karanlığı salonun içine sessizce çökmüştü ve çehreler artık zorlukla seçiliyordu. Yorulmayan konuşmacımıza parlak fikirlerini samimiyetle açıkladığı için ona teşekkür ettik ve dışarı çıktık. Rum çocukları, yolda karınca kümeleri gibi toplanarak oynamaya devam ediyorlardı. Kendime hâkim olamayarak belirsiz olan yarınları düşünmeye başlıyordum… 1914’te neler mi oldu? Nâzım Bey’in 1908 sonbaharında İzmir’de söyledikleri gerçekleşti.”[10]
Özetle İT politikalarıyla Ege, Trakya ve Karadeniz’den 1.200.000 Rum gönderilmiş oldu. Daha önce gidenlerle bu rakam 1.500.000 insan demekti. Kuşkusuz bunun içinde ölenler de vardı. 1.500.000 Ermeni’yi de katarsak 3.000.000 insan ülkeden silinmiş oluyordu. İnsanî dramların yanı sıra, bu nitelikli insan kaybı ülke ekonomisinin ve sosyal hayatının da çöküşü demekti. Kuşkusuz bu aynı zamanda bir medeniyet kaybıydı.
SERMAYE GASPININ VAHŞETİ
Tüm bunların nihaî amacı ise, sermayenin Türkleştirilmesi idi!
Bilindiği üzere İT, Anadolu ve Doğu Trakya’da Türkleştirme-Müslümanlaştırma politikalarıyla etnik ve dinsel temizliğe girişti. Ermenilerin yanında Rumlar da tehcir ve mübadele yoluyla hızlı bir etnik arındırmaya tabi tutuldu. 1911-1914, 1916 Rum tehciri, 1919-1923 Rum tehcir ve mübadeleleri etnik arındırma olarak gerçekleşti. İttihatçı Halil Menteşe bu arındırmanın nasıl yapılacağını şöyle anlatıyor: “Talat Bey, Balkan Harbinde hıyanetleri tebarüz eden anasırdan memleketi temizlemeyi ön safa koymuştu. Fakat bunu yapmak çok ihtiyat isteyen bir işti. Alınan tedbir şu oldu. Valiler ve diğer memurin resmen bu işe müdahale eder görünmeyecek. Cemiyetin teşkilâtı (Teşkilât-ı Mahsusa) işleri idare edecek. Rumlar ürkütülecek.” Bu anlatımdan sonra bütün yaşananlar eşkıya eliyle ürkütüp kaçırma yönteminin devletin kodlarına işlediğini göstermekte.
1910’dan itibaren İmparatorlukta Rum mallarını almama ve Rum tüccarları ezme eylemleri başlatıldı. Nefret en yüksek noktaya gelmişti. Görünürdeki neden Girit’in Yunanistan’la birleşmesiydi. Bu ortamda “Gâvur” diye nitelenen İzmir’in camilerinde hocalar Hıristiyan ahâliden mal alınmasını engellemek yönünde vaaz vermeye başladılar.
İT, 1913 yılı Ekim ayında Balkan Savaşı hezimeti nedeniyle Almanya’ya yaklaşıyor, yaptığı gizli anlaşma sonucu Osmanlı askerî ve sivil bürokrasisini Alman görevlilerin emrine sokuyordu. Almanya, ekonomik faaliyetlerinin ve bölgede yayılmasının önünde engel gördüğü, sermaye birikimine sahip Rumların ve Ermenilerin bertaraf edilmesini istiyordu. Bu istek etnik ve dinsel homojenleştirme politikası güden İT’nin Türk-Müslüman örgütlenmesi hedefine uyuyordu. Bunun sonucu Ege’de, Orta Anadolu’da ve Pontus kökenli Doğu Karadeniz’de Rumlara karşı sindirme, tenkil, zorunlu iskân ve baskıyla kaçırma politikaları uygulanmaya başlıyordu.
Rumlar orduda amele taburlarına alınıp, savaş alanlarında yol yapımında kullanıldılar. Çok sayıda Rum soğuk ve açlık nedeniyle öldü. Rum erkekleri dövülüp, işkence görürken büyük çapta yağmalar yapıldı. İttihatçı hükümet, yabancı müdahaleleri körükleyen Rum sorununu Batı Anadolu’dan Rumları uzaklaştırıp yerlerine Rumeli göçmenlerini yerleştirerek temelden çözmek istemiştir. Mesela Rum kasabası olan Ayvalık’taki araziler ve evler, Bosna’dan gelen göçmenlere verildi. Batı Anadolu Rumlarına karşı girişilen misilleme 1914 ilkbaharında genelleşti, Rumlar yaşadıkları topraklardan uzaklaştırılıp mallarına el konuldu. Bütün operasyonlar Osmanlı jandarmasını yöneten Teşkilât-ı Mahsusa çeteleri tarafından yürütüldü. Bu tehcir uygulamaları Ermenilere uygulanacak zulmün habercisiydi.
Kilise ve cemaat kayıtlarına göre kıyıma uğrayan Pontus Rumlarına ilişkin genel tablo vahim gözükmekte. Amasya, Niksar, Trabzon, Tokat, Maçka, Şebinkârahisar’da 815 yerleşim birimi yok edilir, 1134 kilise ve 960 okul soygunlar sonucu boşaltılarak yakılır, binlerce insan çeşitli şekillerde öldürülür ya da sürgüne gönderilir.
1915 Ermeni tehcirinden sonra 1916’da ikinci Rum tehciri gelir. Bergama, Dikili ve Ayvalık boşaltılarak Müslüman göçmenlere tahsis edilir. İttihatçı Kuşçubaşı Eşref, Ege bölgesindeki Rum ve Ermeni nüfusun sürgününde önemli rol oynar. Üretim ve ticaret hayatında Rum ve Ermeni işadamlarının yerine Türk-Müslüman işadamları geçmeye başlar.
1919-1922 yılları arasında her iki tarafın çeteleri birbirleriyle savaşırlar. 9 Eylül 1922 günü Türk ordusu İzmir’e girince “gâvur” olarak nitelenen insanların evleri, işyerleri yağmalanır. İlk gün Müslüman olmayan ahâliden insanlar öldürülür. Binlercesi deniz yoluyla gönderilir. 13 Eylül’de Sakallı Nurettin Paşa Rum ve Ermenilerin oturdukları semtleri ateşe verdirir. İzmir yakılıp yıkılırken Anadolu Rumları da göçmeye başlar. Lozan Antlaşması’yla gelen ve 1922-1924 yılları arasında uygulanan mübadele ise insan trajedileri barındıran zorunlu bir sürgündü.[11]
Sözünü ettiğimiz kırıma ilişkin olarak Falih Rıfkı Atay’ın ‘Çankaya’ başlıklı yapıtında birçok çarpıcı bölümler vardır. Bunların en etkileyicilerinden birisi de şudur: “Rum halk köklerine kadar sökülüp atılmakta idi. Onlarla beraber İzmir’in, bütün batı Anadolu’nun her türlü ekonomisini de köklerinden söküp atıyorduk. Bir merkezde kasabalılar bize gelmişler: ‘Arabamızı tamir ettiremiyoruz, giden Hıristiyanlardan sanat sahibi olanları geri göndertseniz…’ demişlerdi. Yanmamış yerlerde çarşılar kapalı idi. Ticaret ve iyi tarım onların elinde olduğundan, Türkler alışmadıkları bir hayat tarzını yeni baştan kurmaya mahkûm idiler. Bu yeni hayat, yangın yerlerinde külden ve sıfırdan, ateş görmeyen yerlerde kapalı ve boş dükkânın açılmasından başlayacaktı.”[12]
Evet, ticaret, tarım ve sanatta ağırlık Hıristiyanların elindeydi. 1908 Devrimi sonrasında siyasal iktidarı hızla eline geçirmiş olan İT Cemiyeti’nin en önemli politikalarından biri, “millî iktisat” anlayışı çerçevesinde Anadolu’da Müslüman bir burjuvazinin oluşturulmasıydı. İttihat Terakki bunun için çeşitli tedbirler almış, Teşvik-i Sanayi Kanun-u Muvakkatı çıkarılmış, kooperatifçilik özendirilmiş, ulusal bir bankanın kuruluşu sağlanmıştı. Ancak tedbirler sadece bunlarla sınırlı değildi; Anadolu’nun Hıristiyan halklarının imhası da detaylı bir şekilde planlanmış, Ermeni halkı neredeyse son ferdine kadar yok edilmiş, Rum, Pontus, Süryanî, Nasturî halkları ağır bir soykırıma tâbi tutulmuş, bunlardan ele geçirilen taşınır ve taşınmaz servetler Müslümanlara aktarılarak “millî burjuvazinin” oluşturulması desteklenmişti…
Ankara’da millî burjuvazi oluşturulması yolunda girişimler 1913 yılında başlatılmış, Ankara Vilayet Genel Meclisi’ne sunulan ve Dersaadet Ticaret Odası Gazetesi’nin 3 Ağustos 1329 [16 Ağustos 1913] tarihli nüshasında yayımlanan bir takrirde; ulusların gerçek kuvvetlerinin iktisadiyat ile ölçülebileceği belirtilmiş ve Ankara’da bir iplik fabrikasının kurulması için gereken desteğin verilmesi istenmişti. Bu takrire verilen yanıt yine aynı tarihli gazetede yayımlanmıştı…
Büyük Millet Meclisi’nin 1 Ocak 1337 [1921] tarihli oturumunda subay ve memurların elbiselerinin yerli kumaştan dikilmesi hususunda verilen kanun teklifinin görüşülmesi sırasında söz alan Karesi (Balıkesir) Milletvekili Hasan Basri [Çantay] şunları söylemişti: “Bilhassa mensucat şirketlerini daha fazla himaye etmeliyiz. Meselâ Ankara’da da bir millî mensucat şirketi vardır ki, topallıktan hâlâ kurtulamıyor. Geçenlerde ziyarete gittim. Bakdım ki, tezgâh başında bulunan ustaların hepsi Hıristiyandır. Ankara’da çıkan bir takım örmeler var, bir takım güzel şeyler yapılıyor. Fakat bunların hepsi maalesef Hıristiyan elindedir. Müslümanlar şimdiye kadar Ankara’nın kıymetini daha ziyade artıran, mesela ‘sof’ işleri vardır ki; bu işlerde bile Müslümanlar kendi haklarını, kendi kârlarını Hıristiyanlara kaptırmışlardır. Softan sonra diğer iş ve işletmelerden Hıristiyanlar Müslümanlara nispeten çok fazla temettü ile para kazanıyorlar. Bu, Ankara için zuldür ve ayıptır. Kanun yapmaktan ziyade bilhassa memleket münevveranının millî cemiyetler ve millî şirketler ile mensucat ve mamulâtı dahiliyemizin terakkisine çalışması lâzımdır.”[13]
Nihayetinde Anadolu’da Hıristiyanların ortadan kaldırılması, üretim ve pazarlama zincirine ağır bir darbe vurdu. Hammadde, işleme ve satış arasındaki halkalar koparak yok oldu, ekonomi pek çok yerde çökme noktasına geldi.[14]
Ama… Sermaye de Türkleştirilmiş oldu!
Bilmeyen var mı? 1914’teki Rum ve 1915’teki Ermeni katliamı ile Anadolu’daki belli başlı aileler soykırıma uğrayanlar ve zorla göç ettirilenlerden kalan mülke kolay yoldan konmuşlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki özel sermaye, Selanik’ten göç edenler (Bezmen, Titiz, Yalman vb.) tarafından oluşturuldu. Sonraları Türkiye’de öne çıkan büyük sermaye gruplarının bazılarının kökenleri Cumhuriyetin ilk yıllarına dek uzanmaktadır. İş Bankası bu dönemde en hızlı gelişimi sergilemiş ve sonraki dönemlerde de büyümesini sürdürmüştü. Bunun dışında Koç, Sabancı, Çukurova gibi büyük grupların kurucuları 1920’lerde iş dünyasında henüz ilk adımlarını atıyorlardı…
1940’lı yıllarda atölye ölçeğinde imalata başlayan Akkök (iplik ve dokuma), Eczacıbaşı (ilaç ve seramik fincan), Yaşar (boya), Ülker (bisküvi) gibi gruplar, 1950’li yıllarda bu faaliyetlerini tipik olarak TSKB kredileri ile fabrika ölçeğine taşıdılar. Türk Traktör’ün Türk sermayedarı Vehbi Koç oldu. 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül olayları da Rum ve Ermeni mallarına el konulması da belirli bir zengin kesim yarattı.
Erdoğan Demirören, Beyoğlu’ndaki Rum menkullerini ele geçirenlerin başında idi. Bundan sonra iktidarla işbirliği yapan aileler İnönü ve Menderes zamanında ihaleler alarak zengin oldular.[15]
“VARLIK VERGİSİ” ZORBALIĞI
11 Kasım 1942’de TBMM’de kabul edilen dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu tarafından, “Bize iktisadi istiklalimizi kazandıracak bir fırsat”, bir “ihtilal kanunu” olarak sunulan[16] Varlık Vergisi Kanunu, yine onun ifadesiyle, “Piyasamıza hâkim olan gayri Türk unsurları bu sayede bertaraf ederek Türk piyasasını Türk tüccarlarının ve Türklerin eline” vermeyi amaçlıyordu. Bu güzergâhta yapılan, “Gayrimenkullere tarh edilecek (kesilecek) vergilerin ancak dörtte birinin Türklere” kesileceğini ilan eden[17] zorbalıktan başka bir şey değildi.
1941’de Türkiye-Almanya Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nın imzalanması Varlık Vergisi’nin çıkarılmasında etkili olurken; bu ırkçı uygulama Türkiye’de 1942-1944 yılları arasında esnaf ve üreticilerden alınan olağanüstü servet vergisinin adıydı. Vergi borçlarını geciktiren mülk sahiplerinin servetlerini vergilendirmek için yürürlüğe giren kanun hükmüydü(!). Ama bu, Türk mülk sahipleri için geçerli değildi. Vergi borçlarını geciktiren Rumlar, Yahudiler, Süryanîler ve Ermeniler için yürürlüğe konuldu ve 1.5 yıl sonra da kaldırıldı.
Gayrımüslim kitlenin hedef alındığı uygulamayla, vergisini ödeyemeyenlerin fabrikaları, malları, dükkânları, evleri yok pahasına satılarak tahsil edilirken; vergi borçlarını geciktiren gayrımüslimler de Aşkale çalışma kampına sürüldü.
Dönemin CHP erkânından Suat Hayri Ürgüplü’nün, “Gerçi koyduğumuz rakamların tamamını alamadık ama yine de Hazineye büyük gelir sağlanmış oldu. Yaklaşık 465 milyon liralık vergi konulmasına karşılık 315 milyon lira toplanabildi. Bunun 221 milyonu İstanbul’dan sağlandı. Maaşlar ödenebildi. Bazı zorunlu hizmetler gerçekleştirilebildi,” diye izah ettiği uygulamayla 2.057 Yahudi, Rum, Ermeni tüccar ve patron Aşkale’ye sürülmüşlerdi. Devlet zorbalığıyla haczedilen azınlık malları yok pahasına Türklere devredilmişti.
Özetle Varlık Vergisi coğrafyamızda azınlıklara yönelik birer ekonomi terörü olarak tarihe geçmiştir, Türk(iye) burjuvazisinin gayrimüslim olmayan unsurlarının da dolaylı katkısıyla…
Dönemi aklamak için verginin ırk ve din ayrımı yapmadan herkese uygulandığı yalanı söylense de bunun doğru olmadığı, hem yasanın uygulamalarıyla hem de dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun partisinin grubunda yaptığı şu açıklamalarıyla sabittir: “Bu kanun, bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz. Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları hâlde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.”
Müslüman Türk iş sahipleri için ödenmesi gereken vergi yüzde 4.94 gibi gayet makul iken, Ermeni vatandaşlar için yüzde 232, Yahudiler için yüzde 179, Rumlar için ise yüzde 156 gibi ödenebilmesi imkânsız boyutlardaydı.
Görüldüğü üzere Varlık Vergisi, ülkedeki dini-dili-ırkı farklı azınlıkları Türk saymayan, milli burjuvaziden sadece Müslüman Türkleri anlayan zihniyetin sözde ekonomiyi millileştirme politikasıydı. Millileştirmeden anladıkları ise azınlıkların mallarına el koyup onları egemen ulus burjuvazisine peşkeş çekmekti. Bu politikanın devamı pratiğe 6-7 Eylül kalkışmasıyla geçti. O günlerde bu trajediyi yaşayanlardan bazıları olayları şöyle aktarıyor:
Anastasiu İ. Antoniadis: “Babam İsaak, un ticaretiyle uğraşıyordu. 1943’te 100 bin lira Varlık Vergisi tarh edildi. Bu miktar elinde olmadığından ve herhangi bir gayrimenkulü olmadığından 6 Ağustos 1943 tarihinde, 68 yaşında tutuklandı ve Sivrihisar’a gönderildi. Orada, 24 gün sonra soğuktan çadırın içinde öldü. Yanına içine ismini yazdıkları kâğıdı koydukları bir de şişe gömmüşler, eğer mezardan çıkarırlarsa tanınabilsin diye.”
Ishak Terragano: ‘Küçük bir aktar dükkânımız vardı zaten kıt kanaat geçiniyorduk. Varlık vergisi çıkınca bize tam 120 bin lira vergi kesildi ödememiz mümkün değildi zaten toplasanız yıllık kazancımız 8 bin lirayı geçmiyordu. Sonuçta ödeyemedik 68 yaşındaki kalp hastası olan babam Aşkale’ye sürüldü çok geçmeden bu acıya dayanamayıp kalp krizinden öldü.”[18]
Ayrıca İshak Alaton da, “O dönem haciz memurları evimizdeki her şeyi sattılar. Mutfaktaki tencereleri bile. Babam buradan (Haydarpaşa Garı) vergisini ödeyemediği için zorla çalıştırılmak için Aşkale’ye gönderilmişti. Gittiğinde saçları simsiyahtı. Bir yıl sonra döndüğünde saçları bembeyaz olmuştu,” derken; Rumca yayınlanan ‘Apoyevmatini’ Gazetesinin sorumlu müdürü Mihail Vasiliadis de, şunları anlattı: “Evimize haciz memurları geldiğinde 3.5 yaşındaydım. Yaşadığım korku ve travmadan dolayı evimizin haczedildiği günü tüm detaylarıyla hatırlıyorum. Babam yatalak olmasına rağmen altındaki karyolayı bile haczettiler. Yasaya göre sadece işyerlerinin kapısı mühürlenebiliyordu. Diş hekimi olan babam evimizin bir odasını muayenehane olarak kullanıyordu. Haciz memuru evdeki bütün eşyaları bu odaya doldurup mühürledi. Oyuncak atımı aldıkları için ağladım ve bir hamal mührü açıp atı alarak bana verdi. Arkamdan gelen bir el kucağımdaki oyuncak atı hızla çekerek aldı ve odanın içine fırlatıp tekrar kapıyı mühürledi. Bu büyük bir gaddarlıktır. O anı unutamıyorum.”[19]
1955’İN 6-7 EYLÜL’Ü!
Sermaye böylece Türkleştirilmiş ol(uyor)du ki, söz konusu güzergâhta dev bir adım 1955’in 6-7 Eylül’ünde atıldı.
Max Horkheimer’ın, “Akıl kavramı ne kadar güçten düşerse, ideolojik manipülasyona, hatta en kaba yalanların yayılmasına o kadar elverişli duruma gelir,” saptamasıyla da nitelenmesi mümkün olan 1955’in 6-7 Eylül’ünde başta İstanbul olmak üzere, İzmir ve Adalar’da Rumlara ve diğer gayrimüslimlere karşı büyük bir linç ve yağma hareketi gerçekleşti. İki gün boyunca devam eden olaylarda birçok gayrimüslim yaralanırken, yaşamını yitirenler oldu. Maddi hasar ise çok büyük boyutlardaydı. Kalabalık güruhun önüne çıkan tüm dükkânlar, kiliseler yağmalanmıştı. Devletin kolluk kuvvetleri önceden haberdar oldukları hâlde herhangi bir müdahalede bulunmadan olayları izlemekle yetindiler. Olayların ardından birçok Rum ve gayrimüslim, sahip oldukları her şeyi geride bırakarak yaşadıkları alanları terk etmek zorunda kaldılar. Olayların tarihsel gelişimi, eski despotik devlet geleneği üzerinde yükselen yapının yeni sahiplerinin sınıfsal ihtiyaçlarıyla örtüşmekteydi.
Kapitalist üretim ilişkilerinin yeni yeni nüfuz etmeye başladığı Osmanlı devletinin son dönemine kadar, ticaret, ağırlıklı olarak gayrimüslim tebaanın eliyle yürüyordu. Bu olgu TC’nin kuruluş yıllarında da sürecekti. Lozan Konferansıyla “azınlık” statüsü verilen Rumlara ve diğer gayrimüslimlere, yeni gelişmekte olan Türk burjuvazisi bir taraftan gıpta bir taraftan da açgözlü bir kinle bakıyordu. Bu “azınlıklar”ın burjuva kesimlerinin sahip olduğu servet ve mülkiyete çeşitli biçimlerde el koyma girişimleri en açık ifadesini aslında daha II. Dünya Savaşı sırasında yürürlüğe konulan Varlık Vergisi ile bulmuştu.
TC devletinin kuruluşundan itibaren siyasal yaşama damgasını vuracak olan kesim Osmanlı’dan sarkan sivil-asker bürokrasi olacaktı. Burjuvalaşma öncelikli olarak bu bürokratik elit kesimde ve onun eliyle gerçekleşecekti. Bir taraftan M. Kemal, Türk burjuvazisine “zenginleşin” diye seslenirken, öte taraftan, kimi uygulamalarla gayrimüslimlerin elinde yoğunlaşan sermayenin, Türk burjuvazisine akışı amaçlanıyordu. Bu tarihlerde, İT çizgisinin takipçisi olan CHP tarafından hazırlanan “Azınlıklar Raporu”nun Rumlarla ilgili bölümünde şu ifadeler yer almaktaydı: “Anadolu’da bugün Rum yok denecek kadar azdır. Hiçbir yerde ilerde bir tehlike teşkil edecek durumda değildir. Binaenaleyh Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur. Bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin (500.) yıl dönümüne kadar İstanbul’u tek Rumsuz hâle getirmektir.”[20]
Türk egemenlerinin bu hedeflerine iki yıl gecikmeyle de olsa ulaşmalarına vesile olan, 6-7 Eylül Olaylarıdır. Osmanlı’nın son döneminde İT iktidarının, devleti kurtarmanın temel bir yönü olarak, milli bir burjuvazi yaratmayı kendine hedef koyması, azınlıkların mülksüzleştirilmeleri yolunda önemli bir dönemeç noktasıydı. Aynı amaçla 1915’te gerçekleştirilen Ermeni Soykırımı ile 1924’teki nüfus mübadelesi, bu İT misyonunu tamamlamak için yeterli olmamıştı. Ardından 1942-44 arasında getirilen Varlık Vergisi de, çok önemli bir adım teşkil etmekle birlikte kâfi görülmedi. Osmanlı’nın son döneminden bu mirası devralan yeni Türk devletinde, 6-7 Eylül Olayları Türk burjuvazisinin amacına ulaşmasında yeni dönemeç noktasını oluşturdu…
Olayların bilançosu çok ağır oldu. 7 Eylül’de İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiğinde, ardında pek çok yaralı bırakmıştı ve maddi hasar çok ağırdı. Mahkeme kayıtlarına dayandırılarak verilen sayılara göre, 4214 ev, aralarında 21 fabrikanın bulunduğu 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 azınlık okulu, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar sırasında tecavüz olayları da yaşanmıştı. İzmir’de ise 14 ev, 6 dükkân, 1 pansiyon, Yunan Konsolosluğu, Katolik Kilisesi, Fuar’daki Yunan pavyonu ve İngiliz Kültürevi tahrip edildi. Dönemin İzmir gazeteleri 7 kişinin ağır, 50 kişinin hafif yaralı olduğunu yazıyordu.
İzmit ve Adapazarı’ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa istasyonuna geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıktı (örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi).
Kaynaklara göre, olaylardan sonra İstanbul’da 5104, İzmir’de 424, Ankara’da ise 171 kişi tutuklanmıştı. Ne var ki bunların çok büyük bir kısmı bir süre sonra serbest bırakıldı ve ceza alanlar küçük bir azınlığı oluşturdu.
Olayların hemen ardından basında önce, “halkın duygusal tepkisi”, “milli galeyan” gibi ifadeler yer alırken kısa bir süre sonra ağız değiştirilerek, hiçbir delile dayanmadan “komünistler” günah keçisi ilan edildi. Emniyetteki dosyada adı yer alan elli solcu aydın tutuklandı. Aceleyle hazırlanmış suçlular listesinde çok önceden ölmüş olanlar ve askerliğini yapmakta olanlar da vardı! Aydınlar 5 ay cezaevinde tutulduktan sonra beraat ettiler.
Sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz, tutuklanan solculara ne yapılacağı sorulduğunda “İstanbul’u yaktıran o heriflerdir. Hepsine müstahak oldukları cezayı verdireceğim. 10-15’ini sallandıracağım, geri kalanını da 25’er, 30’ar yılla zindanda çürüteceğim” yanıtını vermişti. Aknoz’un talimatına göre, olayların “komünistler dışında” birileri tarafından yapıldığını yazan gazeteler kapatılacaktı. Ancak olayların sorumluluğunu solculara yıkma fikrini danışmak üzere ABD’den getirtilen uzman, yaptığı araştırmadan sonra “komünist parmağı” görüşünü doğrulamayacak, bu kadar güçlü olmaları durumunda komünistlerin etrafı tahrip edeceklerine ihtilal yapmayı yeğleyeceklerini söyleyecekti.[21]
Toparlarsak: Yılmaz Karakoyunlu’nun, “Demokrat Parti’nin uluslararası siyaset planlamasındaki beceriksizliğinin yarattığı bir tür devlet kabadayılığı olarak tesirini sürdürecekti,”[22] notunu düştüğü 6-7 Eylül 1955 Pogromu temelde azınlık toplumlarını iç düşman gören bir siyaset zincirinin önemli bir halkasını oluşturmaktaydı. Hükümetler 1955-2003 yıllarını kapsayan dönemde, Türkiye’de yaşayan Rum toplumuna yönelik kısıtlama ve baskı önlemlerine devam ederek meşru hukuka dayalı hak ve özgürlük taleplerini gözardı ettiler. Bu siyasi programın İT zihniyetinin devamı olduğu ve Müslüman olmayan halkın vatandaş değil, doğduğu topraklarda yabancı olarak algılanmasından ortaya çıktığı açık. Müslüman olmayan halka karşı güdülen politikalar bilhassa 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yoğunlaştı ve 1962 yılında İsmet İnönü’nün başbakanlığından itibaren 2003 yılına kadar aktif olan Azınlıklar Tali Komisyonu koordinasyonu altında yürütüldü. 1964 sürgünü ve Gökçeada-Bozcaada’nın Rumsuzlaştırılması bu sürecin önemli aşamalarıydı… İstanbul Rum Toplumu’nun yüzde 98 oranındaki çok büyük bir bölümü yurtlarından uzakta yaşamak zorunda bırakılmışlardı.[23]
Tarihin iki kara günü olarak anılan 6-7 Eylül’e ilişkin olarak uzun ve ayrıntılı bir açıklama yerine, o kesitte Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK Genel Sekreterliği yapan General Sabri Yirmibeşoğlu’nun, “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı,” sözlerini aktaralım.
General Yirmibeşoğlu’nun sözleri (itirafı) ek bir açıklamaya gerek bırakmayacak kadar net: 6-7 Eylül bir devlet harekâtıydı. Öyle “milli hisleri kabarıvermiş” bazı vatandaşların daha sonra yağmacılığa dönüşen kontrol dışı eylemleri filan değil. Dahası 30 Ocak 1923’te imzalanan “Mübadele Protokolü” uyarınca İstanbul dışında yaşayan bütün Rumlar Yunanistan’a gönderilmiş, yani Anadolu’da Rum kalmamışken 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’un yanı sıra İzmir, Adana, Trabzon, Mardin gibi illerde Yahudilere, Ermenilere ve Süryanîlere karşı eylemler düzenlendi. Örneğin Mardin sokaklarında Ermeniler için “Ya Bedros’un karısı ya Kıbrıs’ın yarısı”, Süryanîler için “Ya Butros’un karısı ya Kıbrıs’ın yarısı” gibi ırkçı ve nefret suçunun daniskasını oluşturan sloganlar eşliğinde boynuna haç ve çan takılmış bir eşek dolaştırıldı ve kentteki Süryanî ve kılıç artığı Ermeni çocuklara o çan sille tokat çaldırıldı…
6-7 Eylül üstüne söylenmedik az söz, yazılmadık az değerlendirme kaldı. Ancak pek konuşulmayan bir yöne dikkat çekmeli. 1915’te Ermenilerin “Büyük Felaket”, Diayaspora Ermenilerinin “Soykırım”, Türkiye’nin resmî tezinde “tehcir” denen olayda Anadolu’nun kadim kavimlerinden Ermeniler bu topraklardan adeta kazındılar.
1934’ün Haziran sonu, Temmuz başları arasında Trakya’nın hemen her kentinde, kasabasında kışkırtılmış kitleler Yahudilere saldırdı. 15 bin Yahudi apar topar ve tek bir bavulla Türkiye’yi terk etti.
Kasım 1942’de Varlık Vergisi yasalaştı. Vergi mükelleflerinin yüzde 87’si gayrimüslimdi. Vergi, gayrımüslim tüccarlara sermayelerinin kat be kat üstü oranında uygulandı.
1955’te 6-7 Eylül yaşandı. Binlerce Rum Türkiye’yi terk etti.
1964’te Kıbrıs ile ilgili gerginlik yaşandı. Savaşın sınırından dönüldü. Ancak 1930’da Mustafa Kemal ile Venizelos arasında imzalanan anlaşma tek taraflı olarak iptal edildi ve İstanbul’da yaşayan Yunanistan uyruklu Rumlar bir gecede ve yanlarına sadece tek bir bavul ve 200 lira almalarına izin verilerek sınırdışı edildi.
Şimdi soralım: 1915’te Anadolu’nun Ermenilerden “temizlenmesi” ile başlayan ta 1974 Kıbrıs çıkartmasına kadar süren sistematik gayrımüslim “temizliği” ile varılmak istenen sonuç nedir?
Ermeniler, Yahudiler, Rumlar Türkiye’den çekip gitmeye zorlandılar, onlar da çekip gittiler.
Peki onların mülkleri ne oldu? Tarlaları, evleri, işyerleri, sermayeleri ne oldu? Onlar da birlikte çekip gidemeyeceklerine göre birilerinin eline geçti.
Peki kimin?
“Bugün Türkiye’nin anlı şanlı, saygın sermaye gruplarından bazılarının kökeninde el konmuş Ermeni metrukesi ve ölü fiyatına kapatılan Rum mülkleri var” desek cevap ne olur?[24]
TEKRARLANAN TARİH!
Bu coğrafyada tarih -ne yazıktır ki!- kendini tekrarlayıp duruyor…
1912’de Rumlar Ege’den sürülmüştü. 1914 Kasımı’nda cihat ilan edildiğinde de, İstanbul sokaklarında neler olmamıştı ki? Arkasından daha beteri geldi…
1955 Eylülü’nde ise gerçek bir “eylemciye” bile ihtiyaç yoktu. Bir MİT ajanı Selanik’teki Atatürk evine sözde bomba koydu.
Tarih ile yüzleşmeyi beceremeyen Türkiye, neredeyse her ay yeni bir kıyımın anısının yükünü yurttaşlarının sırtına bindiriyor.
Bırakın 1915’i, 1938’i bir yana, yakın tarih bile kıyım tarihleri ile dolu. 1949’da bile çark dönmeye devam etmiş. 33 Kurşun olayı ile.
Eylül gelince 1955 İstanbul Pogromu, Temmuz gelince Sivas katliamı, 16 Mart İstanbul Üniversitesi katliamı, Bahçelievler kıyımı, 1978 Maraş kıyımı, aralık ayında “hayata dönüş” diye etiketlenen cezaevleri toplu kıyımı…
Bu döngü, “Kızıl Sultan” Abdülhamit tarafından 1895-1896 yılında Ermeni toplumuna yönelik hemen her kentte düzenlenen pogromlarla başladı.
Ve bu hortlak, daha sonra da Kürtleri yeniden hedef aldı,[25] alıyor da…
Tam da bu noktada Theodor Adorno’nun “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” aforizmasını hatırlamak gerekiyorken; söz konusu “yanlış hayat” resmî ideolojidir.
Onun zeminini kavramak için, milli eğitim müfredatı uyarınca 1915’te Çanakkale’de başlayarak 1923’te Lozan Antlaşması ile teleolojik serüvenini tamamlayan “milli destanın” neleri anlatı dışı bıraktığı sorusunu sormak gerekiyor. “Yedi düvelle savaş” iddiasına paralel olarak gerçekleşmiş bir başka “savaş”. Üzerine konuşulması bugün de “suç” sayılan bir “milli mücadele”. Devlet-i Âli ile Osmanlı bakiyesi millet-i hâkimenin el ele vererek sahneledikleri bu “destan” sonucunda Anadolu nüfusunun yaklaşık üçte biri yok edilmiştir. Hemen akabinde Topal Osman-Mustafa Kemal buluşması gerçekleşecek, o tarih ile 1923 arasında, Osmanlı tebaası 300 bin Pontus öldürülecek ve bütün varlıklarına el konulacaktır. Karadeniz bölgesinde bu sistematik katliamdan sağ kalan Hıristiyan nüfus, 1923-1924 mübadelesi sırasında Yunanistan’a gönderilecektir.
Sonuçta, 1915’te “Medz Yeghern” ile başlayan hamle tamamlanmış, Türkiye coğrafyası milli vakanüvis Falih Rıfkı Atay’ın sözleriyle “som bir Müslüman vatanı” hâline getirilmiştir. Bu sistematik “temizlik” içinde hayatta kalma umuduyla Müslümanlığı kabul eden aileler ise devlet tarafından kodlanarak kayıt altına alınmış olup hâlen de “hakiki Türk değil, kanun Türkleri” olarak fişlenmektedir. Devlet bu kayıtları tutmaktadır ama kaydını tuttuğu yurttaşlara kendi dillerinde konuşmayı “vatandaş Türkçe konuş” kampanyası ile yasaklamış, hatta 1934’te çıkarılan bir yasa ile “yan, of, ef, viç, is, dis, pulos, aki, zade, mahdumu, veled ve bin” heceleriyle biten soyadlarının da değiştirilmesine hükmetmiştir. Böylelikle, yüzeyde herkes “Türk” olacak fakat aynı zamanda “derin devlet” kayıtlarında “Türk-olmayan” olarak kodlanacaktır.
Bu karanlık anlatı içinde işlevini sürekli farklı “unsurlar” karşısında yenileyerek “beka mücadelesi” veren bir “derin devlet” yapısı giderek daha da mükemmelleşecektir. Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı, Dersim, Trakya, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 Pogromu, 1964 Pogrom ve sürgünü, sol entelektüelleri ve eylemcileri hedef alan siyasal cinayetler, Malatya, Çorum ve Maraş katliamları, Sivas katliamı, Hrant Dink cinayeti, Kürt siyasal kimliğine yürütülen sistematik savaş.
Bu “beka savaşı” zemini üzerinde ne Ekrem İmamoğlu’na “Gerçek soyadını açıkla” çağrısı yapan AKP’liye ne de belediye binasına Dersim tabelası asılmasına karşı mahkemeye başvuran Atatürkçü Düşünce Derneği ileri gelen şahsiyetine şaşırmak mümkün değil. Adorno’nun doğru yaşanması mümkün olmayan “yanlış hayat” nitelemesini çağrıştıran… tam da o “derin” zemin olsa gerek![26]
BUGÜN (MÜ?)!
Tüm bunlarla birlikte Ayasofya “yeniden fethe”dilirken; ya bugün mü?
2015 yılında Ortadoğu’da 7 bine yakın Hıristiyan katledildi. Bu katledilmelerin tamamına yakını dinî nefretle ilgiliydi. Ortadoğu’da bu nefreti körükleyen merkezler var ve kitleleri üzerinde de çok etkililer.
‘Open Doors’, Hıristiyanların dünya çapındaki durumuna ilişkin 2014 raporunda Hıristiyanlara baskı yapan 50 ülkeyi açıklamıştı. Türkiye 41. sıradaydı…
10 yılda Irak’ta yaşayan 1.5 milyon Hıristiyan’ın üçte ikisine yakını evlerinden ayrıldı örneğin. Irak’ta Hıristiyanların sayısı 1.4 milyondan 275 binin altına düştü. Hıristiyanların nüfusunun artış gösterdiği tek Ortadoğu ülkesi ise İsrail, 1948 yılında sayıları 34 bin olan Hıristiyanların nüfusu bugün 140 bin civarında.
Türkiye’deki nefret cinayetinin en çarpıcı örneği Hrant Dink oldu. Katolik Santa Maria Kilisesi’nin İtalyan rahibi Andrea Santoro da 5 Şubat 2006 tarihinde Trabzon’da bir fanatik İslâmcı tarafından öldürülmüştü.
Malatya’da 18 Nisan 2007’de İncil basımı yapan Zirve Yayınevi’nde çalışan Alman uyruklu Tilman Ekkehart Geske ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Necati Aydın ile Uğur Yüksel adlı Hıristiyanların boğazları kesilerek katledildi.
Anadolu Katolik Kilisesi Episkoposu Luigi Padovese de 2009’da Hatay’ın İskenderun ilçesindeki evinin bahçesinde bıçaklanarak öldürüldü.[27]
Türkiye genelindeki 17 Protestan kilisesine yönelik tehdit içeren mesajlar sonrası kilise önderleri yargıya başvururken; Protestan Kiliseleri Derneği Genel Sekreteri Umut Şahin, “Tehditler nedeniyle tedirginiz,”[28] derken; Recep Tayyip Erdoğan Ortodoks Kilisesi açıp, “Çoklukta birlik” mesajı verse de, Türkiye’deki Protestanlar, saldırı altındaydı…
2007’den beri Türkiye’deki Protestan toplumuna yönelik izleme raporları yayımlayan Protestan Kiliseleri Derneği’nin 2017 raporu, Protestanlara yönelik tehdit, baskı ve hak ihlâllerinin artarak sürdüğünü gösterdi. Raporda özellikle İzmir, Balıkesir, Samsun ve Van’da kiliseleri terör örgütleri veya bazı yabancı ülkeler ile ilişkili gösteren, toplumu kışkırtan yayınlar gözlendi. Tekzip talepleri mahkemelerce basın özgürlüğü gerekçesi ile reddedildi. Kışkırtıcı haberlerin yapıldığı yerlerde kiliselere saldırılarda ve idari yaptırımlarda artış gözlendi.
Ölüm tehditleri, fiziksel saldırılar: Mart 2017’de Ankara’da Hıristiyan içerikli yayınlar yapan Radyo Shema’ya tehdit içerikli mektup gönderildi. Temmuz’da İzmir Yeni Doğuş Kilisesi’nin önünde İncil yakıldı, yakılan İncil kilisenin kapısının önüne bırakıldı. Kamera arızalı olduğu için failler belirlenemedi. Kasım 2017’de Bahçelievler Lütuf Kilisesi’nin tabelası çalındı.
Balıkesir Kilisesi’ne saldırı durdurulamıyor: 2017 yılının Temmuz, Ağustos ve Aralık aylarında Balıkesir Kilisesi’ne yönelik 3 ayrı olay yaşandı. Kilisenin duvarlarına İslâm dini içerikli slogan yazıldı. Daha önce de aynı kilisenin kapısına “Türk İslâm Birliği” yazılı bir kâğıt asılmıştı. Daha sonra kilisenin tabelası sökülmek istendi. Son olarak da Kilise’nin kapısının altından kilise önderi ve bir kilise görevlisinin isminin yazılı olduğu ölüm tehdidi içerikli bir kâğıt bırakıldı. Ayrıca, ölümle tehdit edilen kilise görevlisinin evinin camları kırıldı.
Noel’de kamu destekli nefret iklimi: Daha önceki yıllarda olduğu gibi 2017 Noel (Doğuş) Bayramı ve yılbaşı döneminde, Noel ve yılbaşı kutlama karşıtı kampanyalar yapıldı. Sokaklarda afişler asıldı, broşürler dağıtıldı. Bazı kamu kurum ve kuruluşlarının bu kampanyalara katılması, yoğun bir nefret iklimine yol açtı, kutlamalar sırasında tedirginlik yaşandı.
‘İncil bulundurmak’ suçu: İstanbul Yeşil Çayır Kardeşliği isminde faaliyet sürdüren Kilise Derneği’ne Dernekler Müdürlüğü’nce denetim sonucunda, “Pazar günleri ibadet toplantıları yaptığı, dernek merkezinde Türkçe, Korece İnciller bulunduğu vb. nedenlerle bu faaliyetlerin durdurulması, aksi takdirde derneğin faaliyetten men edileceği” içerikli resmî yazı tebliğ edildi. Süreç devam ediyor.
Belediyelerin ‘Kilise’ sorunu: Ağustos 2017’de İstanbul Bahçelievler Lütuf Kilisesi’nin kiraladığı toplantı salonu gerekçe gösterilmeden, tutanaksız şekilde mühürlendi. Belediye yetkilileri, sözlü olarak, “kilise veya kilise derneğine müsaade etmeyeceklerini, mührün kilise kurma amacından vazgeçilirse kaldırılacağını” bildirdi. Mühür bir ay kaldı. Mal sahibini mağdur etmemek amacıyla salonun kilise toplantı yeri olmayacağı beyan edildi, mühür kaldırıldı. Eylül 2017’de İsevi Topluluklar Derneği’ne bağlı İzmir’deki Çiğli Kilisesi’nin tabelası, “kilise” yazması nedeniyle Çiğli Belediyesi tarafından söküldü. Kilise mühürlenip kapatıldı. Kilise, tabelanın indirilmesiyle yeniden açıldı. İzmir Karataş Kilisesi de Konak Belediyesi tarafından kapatılmak istendi, ‘kilise’ tabelasının indirilmesi ile sorun ortadan kalktı.
Sur Kilisesi’ne kamulaştırma: Diyarbakır Protestan Kilisesi, Diyarbakır Sur ilçesinde bulunan diğer kiliseler ve ayrıca 6 bin 300 parsel Bakanlar Kurulu kararı ile kamulaştırıldı. Kamulaştırma, Danıştay’dan dönse de, kilisenin müştemilatını ve bahçesini oluşturan 3 parselin yürütmesinin durdurulması talebini ise reddetti.
Sınır dışı edildiler: İstanbul, Mersin, Trabzon, İzmir, Erzurum, Bursa gibi kentlerde birçok yabancı uyruklu Protestan toplumu üyesi sınır dışı edildi veya oturma izinleri yenilenmeyerek 10 gün içinde ülkeyi terk etmeleri istendi.[29]
VE…
Hâl bu ve daha da fazlasıyken; Hrant Dink’in, “Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlamak hastalıktır. Kimliğini yaşatabilmek için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır”; Jean Baudrillard’ın, “Herkes ötekinin her şeyi olmak istiyor. Çünkü asıl soru derinlerde: Ben kendim için ne ifade ediyorum?” saptamalarını anımsayıp/anımsatmakta çok büyük yarar var…
Çünkü “Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, farklı tetikçileri kullansalar da, tarihleri farklı farklı da olsa, zihniyet aynı Türk-İslâm Sentezci, ırkçı, faşist, militarist ve sömürgeci zihniyettir.”[30]
Bu tarih ters yüz edilip, değiştirilmelidir!
Hem de Panait Istrati’nin, “Zorbalara dünyayı avuçlarında tutma gücünü veren şey herhangi bir ahlâki değer ölçüsü değil, ezilenlerin korkaklığıdır,” uyarısındaki üzere… o
2 Ağustos 2020, Çeşme Köyü. Sibel Özbudun, Temel Demirer.
[1] Leonard Cohen, Nevermind.
[2] Mehmet Keskin, “Zifiri Karanlıkta 6-7 Eylül”, Cumhuriyet, 8 Eylül 2015, s. 19.
[3] Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, çev: Bahar Şahin, İletişim Yay., 7. Baskı, 2017.
[4] Hüseyin Özbek, “19 Mayıs 1919 Üzerinden Postmodern Helen Saldırısı”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2020, s. 11.
[5] Herkül Milas, Aile Mezarlığı, Doğan Kitap, 2020, s. 39.
[6] yage, s. 44-45.
[7] Mine Söğüt, “Biz ‘Ah!’ Diyoruz, Onlar ‘Ahti!’…”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2018, s. 9.
[8] Dido Sotiriyu, Benden Selam Söyle Anadolu’ya, çev: Atilla Tokatlı, Can Yay., 16. Baskı, 2014.
[9] Ümit Kardaş, “Türkler- Hıristiyanlar- Araplar”, Taraf, 28 Kasım 2015… http://www.taraf.com.tr/turkler-hiristiyanlar-araplar/
[10] Ümit Kardaş, “Rumlar”, Taraf, 8 Eylül 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/rumlar/
[11] Ümit Kardaş, “Rumlar (2)”, Taraf, 12 Eylül 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/rumlar-2/
[12] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Dünya Yay., 1961.
[13] TBMM, 1337, s. 106.
[14] Atilla Dirim, “Ankara’da Bir Fabrika: Maalesef Hıristiyan Elinde”, 30 Ekim 2017… https://marksist.org/icerik/Teori/8198/Ankarada-bir-fabrika-Maalesef-Hristiyan-elinde
[15] Sait Yılmaz, “Koç ve Sabancı: 1915’ten Türkiye’de Kim Nasıl Zengin Oldu?”, 1 Ekim 2013… https://www.avrupademokrat.com/koc-ve-sabanci-1915ten-turkiyede-kim-nasil-zengin-oldu
[16] Ayhan Aktar, Yorgo Hacıdimitriadis’in Aşkale-Erzurum Günlüğü (1943), İletişim Yay., 2011, s. 106
[17] yage, s. 107.
[18] Melisa Kohen, “Varlık Vergisi Trajedisi ve Yarım Kalan Bir Aşkın Hikâyesi…”, Sol, 11 Kasım 2013, s. 6.
[19] Selçuk Yaşar, “Varlık Vergisi İçin Özür Dileyin”, Hürriyet, 12 Kasım 2011, s. 22.
[20] Aktaran: Faik Bulut, Kürt Sorununa Çözüm Arayışları, Ozan Yay., 1998, s. 178. Bu raporun kapsamlı bir değerlendirmesi için bkz. Rıdvan Akar, “Bir Resmi Metinden Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim, No: 110 (1998), s. 68-75.
[21] Cem Keskin, “6-7 Eylül Olayları: Azınlıkları Tasfiye Hareketi”, 7 Eylül 2005… https://marksist.net/GUN/6-7.htm
[22] Yılmaz Karakoyunlu, “Derin Devletin Bir Tertibiydi”, Milliyet, 11 Şubat 2013, s. 14.
[23] Ümit Kardaş, “Rumlar (6)”, Taraf, 26 Eylül 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/rumlar-6/
[24] Aydın Engin, “Anadolu’nun ve İlle de Sermayenin Türkleştirilmesi”, Cumhuriyet, 8 Eylül 2014, s. 5.
[25] Ragıp Zarakolu, “Bitmeyen Eylül”, Gündem, 28 Eylül 2015, s. 14.
[26] Zafer Yörük, “… ‘Derin’ Samsun: Sekiz Öfkeli Adam”, Yeni Yaşam, 26 Mayıs 2019, s. 7.
[27] Mustafa Erdemol, “Hıristiyan Domateslere Ölüm”, Birgün, 27 Eylül 2016, s. 5.
[28] Çiğdem Yılmaz, “Protestan Camiasında ‘Tehdit Mesajı’ Paniği”, Milliyet, 10 Eylül 2015, s. 20.
[29] Sinan Tartanoğlu, “Tehdit Altında Yaşıyorlar”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2018, s. 12.
[30] Eren Keskin, “6-7 Eylül 1955”, Yeni Yaşam, 4 Eylül 2019, s. 5.
Kaynak: Özgür bir dünya için Kaldıraç / Eylül 2020 / Sayı 230
https://kaldirac.org/rumlara-dair-tarih-bilgisi/
Kaynak: Direnisteyiz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder