Birinci Bölüm (Üç Bölüm olarak yayınlanacaktır)
Anastasya’yı, 1993 yılının sıcak bir yaz gününde görmüştüm. O zamanlar Almanya’nın güney şehri Heilbronn’da, ailemin yanında yaşıyordum. Anastasya bizim eve ziyarete gelmişti. Kısa bir görüşme olmuştu.
Anastasya bana çok yakın ilgi gösteriyor, merak ediyor, beni tanımak istiyordu. Büyümüştüm, delikanlı olmuştum onun gözünde. Ben ailemin tanıdık çevresinden birinin bir ziyareti olarak düşünüyor, Anastasya'nın sorularına kısa kısa cevaplar veriyordum. Anastasya’yı yıllar sonra aramaya çıkacağım, bulmaya çalışacağımı nereden bilecektim o gün. Bu ziyareti, kafamda takılan birkaç soru işaretinin dışında kısa bir süre sonra unutmuştum bile. Beni meşgul eden soru işaretlerinin başında “kimdi bu Anastasya?” geliyordu. Anastasya, Pontoslu bir Rum’du. Türkçe biliyordu. Almanya’ya Yunanistan'dan gelmişti. Atalarının geçmişi Türkiye’ye dayanıyordu.
13 yıl Türkiye'de yaşamıştım. Dolayısıyla Türk eğitim sisteminin düşünce dünyamda bıraktığı izler halen taze sayılırdı. Dünyaya veya Türkiye gerçeklerine bakışımda özellikle okulda, yaşamın içinde, medya aracılığıyla sürekli yenilenerek aktarılan, 1930'lı yılların ürünü olan Türk tarih tezinin etkisi güçlü bir şekilde kendisini gösteriyordu. Bireylerinin birbirlerine en büyük hakaret olarak “Ermeni’’ veya “Rum’’ terimlerini kullandığı ve bunun hiç sorgulanmadığı bir toplumdu içinden çıkıp geldiğim toplum. Belki de bilinçli olarak ilk defa bir Rum ile karşılaşıyordum. Lise yıllarında Sivas’ta kaldığım öğrenci yurdunda Trabzon’dan gelen ve aynı yurtta kaldığımız, kendi aralarında konuşurken benim anlamadığım, sonradan Pontosça olduğunu öğrendiğim bir dili konuşan sarışın, mavi gözlü 3 öğrenci çocuğu saymazsam. Ne tuhaftı, Anastasya bana okulda, tarih derslerinde, kitaplarda, medyada “hain” diye tanıtılan ve “onların’’ nasıl denize döküldüğünün anlatıldığı “kahramanlık” hikayelerinde geçen “hain”, “düşman”, “Rum”, “Yunan”dı…
Anastasya ziyareti sırasında, ailem ile bol bol eski günleri yad etmişlerdi. Aynı işçi barakalarında kalmışlardı. 1970'li yılların başlarıydı bahsi geçen dönem. Bu işçi barakalarında, Türkiye’deyken aynı ortamlarda bulunma ihtimalleri çok düşük olan hem Türkiye'nin ve hem de dünyanın dört bir yanından gelmiş insanlar yan yanaydılar. Bunların arasında birde Türkçe bilen Pontoslu Rum aile vardı ve bu aile ile ailemin çok iyi ilişkileri vardı… İçerisinden çıkamayacağım çelişkilerle dolu bir durumdu. Ailemin Rumlarla, Yunanlılarla bu yakın ilişkisi nereden geliyordu? Hayli bir zaman zihnimi “onlar düşman değil miydi? Biz onları hainliklerinin karşılığı olarak denize dökmemiş miydik? Hain bir halkla nasıl dost olunurdu?” gibi sorular meşgul etmiş, bir süre sonra da unutmuştum bile. Ailemin beni şaşırtan dostlukları sadece Anastasya’nın ailesi ile olan bu dostluğundan ibaret değildi. Türkiye’de her ne kadar dindar ve milliyetçi bir toplumun içerisinde yetişmiş olsam da ailemin Almanya’daki yakın arkadaş ve dost çevresi kozmopolitik renkli bir çevreydi. Mesela babamın en yakın dostu Dersimli Kızılbaş Zaza Haydar’dı. Dostluğun da ötesinde kardeş gibiydiler. Kan kardeş olmuşlardı babam Cahit ve Haydar. Yıllarca süren sağlam bir dostluktu onlarınki. Kan kardeşi Cahit’in ölümü Haydar’ı çok derinden sarsmıştı. Yıllar sonra bile kan kardeşinin ne zaman bahsi geçse Haydar gözyaşlarına hâkim olamazdı. Ne kadar çok hatıraları vardı birlikte. Haydar, babamın ehliyeti olmadığından, Türkiye’ye yaz tatiline giderken birkaç kez arabası ile bizimkileri de birlikte götürmüştü. Almanya’dan Sivas’a kadar birlikte yolculuk yapmışlardı. Bu yolculuklarda Haydar, Sivas’ta bir mola verip sonra devam ederdi Erzincan’da yaşayan ailesinin yanına. Dedem Haydar’ı kendi öz evladı gibi severdi. Oğlunu ve ailesini ona sağ salim getirdiği için, araba evin avlusuna girer girmez, daha arabadan kimse inmeden kurban keserdi dedem. Bir seferinde de ailemin Türkiye’de bulunduğu bir tatilde hep birlikte Erzincan’a gitmiş, ailecek orada görüşmüştük. Haydar ve babamın yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Böyle bir dostluktu onlarınki…
Ailemin Türkiye’nin ezilen, baskı gören, ötekileştirilen halkları ile olan dostlukları sadece Haydar ve ailesi ile sınırlı değildi. Yakın arkadaş ve dostları arasında Pontoslu Rum, Kızılbaş Zaza, Kızılbaş Kürt, Sünni Kürt, Kızılbaş Türk aileler vardı. Türkiye toplumunun daha çok Sünni kesiminde hâkim olan Alevilerle ilgili mevcut önyargılar, ailemin bu dostlukları sayesinde bana bulaşmamıştı. Kendi Alevi arkadaşlarımdan yaşadıkları ayrımcılığı anlattıkları birçok olayı öğrenmiştim yıllar içinde. “Sizde gerçekten mum söndürme olayı var mı? Sizin gerçekten kuyruğunuz var mı?” gibi iğrenç ırkçı sorulara muhatap olmuş Alevi-Kürt arkadaşlarım, dostlarım vardı.
…
Aradan zaman geçmiş, yavaş yavaş milliyetçilikle, dinle, resmi tarihle yüzleşmeye başlamıştım. Türkiye'de 13 yılda bünyeme işlenen, milliyetçi, bağnaz zehri artık bünyemden yavaş yavaş atmaya başlamıştım. Bu, aynı zamanda bugüne kadar öğrendiğim resmi tarih bilgisinin de tamamen yalan ve yanlış bir öğreti olduğu anlamına geliyordu. Gerçek tarihi, alternatif tarih yazılımından öğrenme zamanı gelmişti. Gerçek tarihte, mazlumların, ötekileştirilenlerin, yok sayılanların, soykırımlara, katliamlara uğrayanların yaşanmışlıklarına tanık oluyordum. O zamana kadar öğrendiklerimde, failler mağdur ve mağdurlar fail olarak anlatılıyordu. Artık resmi tarih bilgisinin sorgulandığı ve yerine gerçek, unutturulan, unutturulmak istenen tarih bilgisinin filizlendiği süreç başlamıştı zihnimde. Gerçekleri öğrenmek, sadece bilgileri yenilemek, yanlış bilginin yerini doğru bilgi ile değiştirmek demek değildi. Ortada devasa bir adaletsizlik geleneği vardı ve bu adaletsizlikler halen devam ediyordu. Yüzleşmek gerekiyordu bütün haksızlıklarla. Tarafsızlık gibi bir lüks yoktu. Haklının, ezilenin yanında olmak, haksızlığa karşı tavır almak, yanlışa yanlış, doğruya doğru demeyi gerektiriyordu. 1894-96 Ermeni-Süryani katliamları, 1909 Adana Ermeni katliamı, 1915 Ermeni-Süryani Soykırımı, 1919 Pontos Soykırımı, 1921 Koçgiri katliamı, 1934 Trakya Yahudi Pogromu, 1938 Dersim Soykırımı, 1942 Varlık Vergisi talanı, 6-7 Eylül 1955 Pogromu, 1974 Kıbrıs’ın işgali, Çorum, Malatya, Maraş, Sivas Alevi katliamları, Sinagoglarda gerçekleştirilen katliamlar, Askeri-Sivil cuntalar, on yıllardır devam eden Kürt katliamları, Romanların karşı karşıya kaldıkları yer yer linçe dönüşen baskılar, kadın sorunu, homofobi… Say say bitmez. Yüzleşilecek, Osmanlı İmparatorluğu ve onun ardılı yeni kurulan Türk devleti ile ilgili öğrenilecek daha o kadar çok şey vardı ki! Günler, haftalar, aylar ve yıllar geçip gidiyordu. Soykırıma uğrayan halkların yaşadıkları acılarla, onlara yapılan haksızlıklarla ilgili öğrendiğim her yeni bilgi, benim Anastasya’yı görme ve onunla konuşma isteğimi daha da güçlendiriyordu. Anastasya’yı bulmak, yeniden tanımak, onun ailesinin geçmişini öğrenmek artık beni sürekli meşgul eden, git gide merakımın arttığı bir hal almıştı.
…
“Tin Padridam Exasa” Ağıtı Bana Kılavuz Oldu
21 Haziran 2019 günü, diş doktorunda oğlum Miran ile ikimizin randevusu vardı. Kendi kontrolüm bittikten sonra sıra Miran’a gelmişti. Onun kontrolü en fazla yarım saat kadar sürecekti. Miran’a, kısa bir seyahat bürosuna gidip, yarım saat sonra geri döneceğimi söyledim. Diş doktoru ve muayenehanede çalışanlar çok iyi insanlardı ve işlerini çok iyi yapıyorlardı. Onlara güvenebilirdim. Doktordan çıkıp hızlı adımlarla seyahat acentasına doğru yürümeye başladım. Muayenehane ile gideceğim yerin mesafesi yaya beş dakika kadardı. Ve ikisi de çarşı merkezindeydi. Ana caddeden karşıya geçtikten sonra seyahat bürosuna tam yaklaşmıştım ki, o sırada yanından geçtiğim Süryani genç bir ailenin işlettiği kafede oturan dostum Hayk’ı gördüm. Güneş insanının içini ısıtıyor, yazın müjdesini veriyordu. Dışarıdaki masaların birine oturmuş, keyifle kahvaltısını yapıyordu Hayk. Selamlaştık ve Hayk’ın kahve teklifine “Hayk Can bana 10 dakika ver, dün beraber gördüğümüz Girit Adası tatili için bir fiyat alıp geleceğim yanına. Kahveyi ondan sonra içelim’’ cevabını verdim. Bir önceki gün Hayk’larla beraber çarşıda gezerken, bu büronun vitrininde asılı duran Girit tatili ilanını görmüştük. O gün tatil günü olduğundan, büro kapalıydı. İşte şimdi bu yarım saatlik boşluğu en azından tatil ile ilgili bilgi alarak dolduracaktım. Seyahat bürosuna girdim. Girit ile ilgili seyahat bilgilerini aldım. Vitrinde asılı olan kampanya fiyatı içeride iki katını çıkmıştı bir anda. Beş dakika geçtikten sonra birkaç alternatif yer ve fiyat bilgisi daha alarak Hayk’ın yanına geldim. Zamanımın kısıtlı olduğunu, birazdan Miran’ı doktordan almam gerektiğini söyledim. Başladık sohbete. Hayk ile kahvelerimizi yudumlarken, dışarıdaki masalardan sadece biri doluydu. Bu masada da üç kadın oturuyordu. Balkan veya Orta Doğulu olmalıydılar. Dikkati çeken, üçünün de simsiyah elbiseler giymiş olmalarıydı. İçlerinden genç olanı, cep telefonundan bir şarkı çaldırmaya başladı. Üçü de pür dikkat bu şarkıyı dinlemeye başladılar. Şarkıyı dinlerken şarkının onlara verdiği mutluluk ve hüzün bir arada yüzlerinde ifadesini bulmuştu. Cep telefonundan duyulan şarkı tanıdık geldi bana: Tin Padridam Exasa’yı duyuyordum. Bu hüzünlü şarkıyı çok dinlemiştim. 19 Mayıs günü Pontos Soykırımının anıldığı bir gündür ve anma etkinliklerinde bu ağıtı genç yaşlı tüm Pontoslular tek yürek halinde seslendirirler. Pontoslu Rumların acılarını, topraklarına olan özlemlerini, kayıplarını, soykırımı anlatan ağıttır bu şarkı. Şarkının Türkçe tercümesi şöyledir:
Vatanımı kaybettim,
Ağlayıp acı çektim.
Ağlayıp anıyorum
Unutamıyorum.
Yeter ki bir defa daha
Avlumun kuyusundan
Su içip gözlerimi yıkasaydım
Mezarlarımı kaybettim
Gömdüğüm ve unutamadıklarım
Ailemi anıyorum
Ruhumda taşıyorum
Kiliseler boş
Manastırlarda kandil yanmıyor
Pencere kapılar
Sonuna kadar açık
Son 4-5 yıldır, Pontoslu arkadaşlarıma, Yunan arkadaşlarıma her fırsatta Anastasya’yı soruyordum. Elimdeki çok kısıtlı bilgiler ile onun izini sürüyordum. Hangi bilgiler vardı ki elimde? Daha soyadının doğru olup olmadığından dahi emin değildim. Anastasya, kocası Nigo. 1970’lerde Heilbronn’da, işçi baraklarında yaşamışlar. Ailem ile komşuymuşlar. Anastasya Türkçe bilirmiş. Ailesi Samsunluymuş. Niko’nun Sara isminde bir kız kardeşi varmış. Sara da Heilbronn kentinde yaşamış. Anastasya ve Niko’nun biri kız biri erkek ikiz çocukları varmış. Annem ona “biz tam doğru söyleyemezdik, ‘Vasüle’ derdik’’ diye anlattığından, Anastasya’nın kızının isminin Vasula olduğunu tahmin ediyordum. 1990’ların başlarında emekli olan Anastasya ve Niko Yunanistan’a dönmüşlerdi. Birkaç yıldan beri Nigo’nun öldüğü bilgisine sahiptim. Ama ne zaman öldüğünü bilmiyordum.Anastasya Yunanistan’da nerede yaşar, adresi nedir, telefon numarası nedir, hiçbir bilgiye sahip değildim. Hayatta olup olmadığını dahi bilmiyordum. Bu sebepten, sadece ben değil, benim adıma birçok yakın dostum da Anastasya ile ilgili araştırma yapıyordu. Ama bir adım bile ilerleme kaydedemiyorduk. Hatta bir seferinde küçük kardeşim, “abi bir terzi dükkânı vardı bizim mahallede, Yunanistanlı karı koca bir çiftin işlettiği. Anastasya Teyze onlarla tanışıyordu, ben onlara bir sorayım” demişti. Fakat daha sonra o çiftin dükkanılarını kapattıklarını ve Yunanistan’a döndüklerini öğrenmiştik...
Ta ki o güneşli Haziran gününde, Hayk ile birlikte Artur’un kafesinde, dışarıda oturup kahvelerimizi yudumladığımız sırada yan masadan gelen o hüzünlü “Tin Padridam Exasa’’şarkısını duyana kadar… 100 yıl aradan geçmiş. İnsanlar ne acılar yaşamış ne badireler atlatmıştı. Sevdiklerini bırakmışlar Pontos’ta. Çoğunun mezarı bile yoktu. Ağıtlar yakmışlar. Hüzünlenince söylemişler bu ağıtları, neşeli günlerinde de. Yitirdikleri canları, terk etmek zorunda bırakıldıkları toprakları ve geride Pontos’ta bıraktıklarını, kısaca tüm acılarını bu ağıtlarda dile getirmişlerdi. Tin Padridam Exasa’yı ilk dinlediğimde, bu ağıtın Anastasya’yı bulma serüvenimde sihirli bir ses, karanlık yolumu aydınlatacak bir ışık olacağını hiç bilebilir miydim?
Şarkıyı duyar duymaz ani bir refleksle yan masadaki kadınlara dönerek, “ben bu şarkıyı tanıyorum, Tin Padridam Exasa’’ dedim. Üçü de aynı şaşkın bir yüz ifadesi ile bana baktılar. Cep telefonundan şarkıyı dinleten kadın, bu şarkıyı nereden tanıdığımı sordu bana. Pontoslu arkadaşlarımdan duyduğumu, ağıt olduğunu, Rumca sözlerini bilmesem de tercümesini okuduğumu söyledim. Tabi ki orada eşim Devrim en sağlam referansımdı ve aynı ağıtı Devrim’in internetteki videosundan beraber dinledik oracıkta. Çok sevindiler. Bu ağıt ile başlayan ilk dialoğun ardından konuyu hemen Anastasya’yı tanıyıp tanımadıkları sorusuna bağlayabilirdim artık ve öyle de yaptım zaten.
Hikâye benim yüzleşme hikayemdi. Bana anlatılanlardan bildiklerim; ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya geldiğimde, Anastasya ve ailesi komşumuzmuş. Ben doğduktan hemen sonra anneme bakımım ile ilgili çok yardım etmiş, kırkım çıkana kadar banyo, temizlik, uyutma gibi bütün işleri gönüllü üstlenmiş. Bana çok emeği geçmişti. Ben bunları sonradan öğrenmiştim. Anastasya’ya bu emekleri için hiçbir zaman teşekkür edememiştim. Birinci hareket noktam, Anastasya’yı bulmak ve kendisine teşekkür etmekti. Kendisini bulmak için beni harekete geçiren diğer önemli neden ise içimde taşıdığım utançtı. 20’li yaşıma kadar, Anastasya’nın atalarına yapılan haksızlıkları ve zulmü görmemezlikten gelmekle kalmamış, bununla gurur duymuştum. Katliamların, sürgünlerin hep “gerekçesi’’ vardı Türk resmi tarih anlatımında. Aldığım okul eğitimi gereği sorgulamadan devralmıştım bu tezleri. Anastasya ise, ailesi ile birlikte bize önyargısız (ön yargılı olması, bize güvenmemesi için çok neden olmasına rağmen) bir şekilde elinden gelen tüm iyilikleri yapmıştı ben çocukken. İşte bu utanç duygusu öyle kolay kolay zihinden, yürekten silinip atılacak bir duygu değildi. Bu utanç duygusunun ağırlığı, yıllar geçtikçe güçlenen empati duygusu ile daha hafifledi. Ama yine de Anastasya’yı her düşündüğümde elimde olmadan, yüreğimde hissettiğim o derin sızıyı, galiba ömrümün sonuna kadar hissetmeye devam edeceğim…
…
Stuttgart’ta Ermeni toplumunun düzenlediği bir etkinlik sırasında yaşlı bir Ermeni çiftle tanışmıştım. Havadan sudan konulardan konuşarak başlamıştı sohbetimiz. Eşimle benim Ermeni olmayan bir çift olarak orada bulunmamızın nedenini merak ediyorlardı doğal olarak bu çift. Soykırımla ilgili düşüncelerimi kısaca anlatmıştım onlara. Arkadaşlarımızın davetlisi olduğumuzu öğrenince daha bir güvenle konuşmayı sürdürmüşlerdi bizimle. Bu tanışmalarda, sohbetlerde söz gelip dolaşıp Türkiye’nin neresinden gelindiği sorusuna varır genelde. Ben, baba tarafından Sivas ve anne tarafından Tokat’lı olduğumu, Çerkez olduğumu söylediğimde, hiç beklemediğim ve o an çok şaşırdığım bir tepki ile karşılaşmıştım. “Çerkez’im” kelimesini duymalarıyla bu iki yaşlı çift yanıma yaklaşıp sarıldılar ve “bizim ailemizi Çerkezler kurtardı yavrum!” dediler. Yozgatlıydı bu çift. O an çok utanmıştım. Duygularımı nasıl anlatacağımı bilemedim ilk anda. Sonra, onlara “sizin ailenizi vicdanlı insanların kurtarmış olması, vicdanlı Çerkezlere rast gelmeleri çok güzel bir şey. Fakat Çerkezlerin arasından maalesef her zaman böyle vicdanlı, adaletli insanlar çıkmamış. Katliamlarda Çerkezlerin rolü hiçte küçümsenemeyecek kadar büyüktür. Hukukçu, yazar, Meclis-i Mebusan Milletvekili Kirkor Zohrab’ı 1915’te Diyarbakır yakınlarında vahşice katledip, bunu övünerek anlatan katil Çerkez Ahmet bir Çerkez’dir mesela. Deyr-i Zor Mutasarrıfı Salih Zeki, Diyarbakır Valisi Doktor Mehmed Reşid, Diyarbakır Polis Müdürü Çerkez Rüştü, Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından Eşref Kuşçubaşı, İttihat Terakki yöneticilerinden Bahaddin Şakir gibi isimler, aklıma hemen gelen soykırım suçlusu Çerkezlerin başında gelirler. Ermeni Soykırımında çok önemli bir sorumluğu olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluşundan itibaren her kademesinde Çerkezler yer almış ve soykırım sırasında cinayetlerde, talanlarda, kadınların ve çocukların köleleştirilmesinde diğer Müslüman halklarla birlikte etkin bir rol almışlardır. Çerkezlerin devletin istihbarat birimlerine bu şekildeki yoğun ‘hizmetleri’ Osmanlı devleti yıkıldıktan sonra da devam etmiş ve günümüzde de devam etmektedir. O zamanlar sizin ailenizi kurtaran, insanlığını kaybetmemiş Çerkezlerin varlığı çok güzel, unutulmaması gereken bir gerçek. Aynı şekilde, soykırım sırasında cinayetleri örgütleyen, cinayetlere katılan ve bu cinayetlerin sonuçlarından nemalanan Çerkezlerin varlığı da bir gerçek. Bu ikinci gerçekle, yani soykırımdaki suç ortaklığı ile yüzleşmek o halka ait olduğumdan dolayı bir görev benim için. Sizin ailenizin örneğinde olduğu gibi insanları kurtarmak isteyenler için bu imkân vardı. Ama soykırım suçuna suç ortaklığı yapanlar ve onların ardılları halen bu suçu inkâr ediyor. Küçük Asyalı Rumların, Pontoslu Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin, kısaca Hristiyan halkların katledilmelerinde, soykırıma uğratılmalarında hem merkezi hiyerarşi kademelerinde ve hem de taşrada Çerkezlerin oynadıkları rolün kabul edilmesi, mahkûm edilmesi gerekir. Adaletsizlik tüm çıplaklığıyla devam ediyor. Bir suçun hesabını vermeyen, daha başka suçları işlemekten çekinmez. İnsanlık suçlarına yenilerini ekler. En azından son yüz yıllık Türkiye tarihi bunun en açık örnekleriyle doludur. Tabi ki soykırım mekanizmasının tepesinde, dümeninde Osmanlı İmparatorluğu devleti, onun hükümeti ve kurumları yer almaktadır. Fakat katliamlara katılarak, mal ve mülklerin üzerine konarak, kadınları ve çocukları köleleştirerek insanlık suçu işleyen Müslüman halklar hangi milletten olurlarsa olsunlar suç ortağıdırlar ve suçlarının ağırlığını suçun zanlısı olarak devleti işaret etmek suretiyle hafifletemezler.”. Yaşlı Ermeni çift, söylediklerimi dikkatle dinlemişlerdi. Bu anlatılanları doğal olarak benden çok daha iyi biliyorlardı. Fakat onlar, sadece suça ortak olanlardan değil, yeri geldiğinde de bu suça ortak olmayan, karşı çıkan, mağdurlara yardım edenlerin de hakkının verilmesini istiyorlardı… O gün orada daha birçok insanla tanışacak, ailelerinin onlara aktardıkları soykırımla ilgili anılarını dinleyecektim...
İkinci bölümde buluşmak üzere...
Mesut Ethem Kavalli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder