29 Ağustos 2021 Pazar

1922'de 'Gâvur İzmir'i kim yaktı? AYŞE HÜR

 "İzmir'i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Ermeniler tehcir olduğunda, semtleri gene bu korkuyla yakmıştık"

Bu hafta, tarihimizin utanç sayfalarından birini oluşturan 6-7 Eylül 1955 yağmasının yıldönümü vesilesiyle bir parantez açmaya niyetlenmiştim. Ama 7 Eylül tarihli gazetemizde Foti Benlisoy’un “6-7 Eylül’ün hesabı hâlâ sorulmadı” başlıklı yazısı yayımlanınca yeni bir konu seçmem gerekti. “Yeni” diyorum ama epeydir, hep aynı konuları konuştuğumuz için, yeniliği kendinden menkul bir konu bu.

Mustafa Armağan’ın yönetiminde 6. sayısı çıkan Derin Tarih dergisi, bu ay 9 Eylül 1922’de İzmir’in geri alınışının hemen ardından başlayan ve İzmir’in en mamur, en güzel mahallelerini yok eden büyük yangını kimin çıkardığı konusunu işlemiş. Dergi benden de görüş istemişti, ancak bilgisayarımla ilgili teknik bir sorun yüzünden düşüncelerimi zamanında kaleme alamamıştım. Dergideki yazıları okuduktan sonra, bu aksiliğe çok hayıflandım. Dosya yazarlarından Yaşar Aksoy “İzmir’i Ermeni çeteleri yaktı!” derken, Oktay Gökdemir aynı kesinlikle “İzmir’i Türkler yakmadı!” diyor. (Ünlemler bana ait değil, yazılarının başlıklarında var.) Bestami Bilgiç ise Ermenilerin yangınla ilişkilerini, o dönemde Ermenilerin birçoğunun mülklerini yabancı sigorta şirketlerine sigortalatmış oldukları iddiası (Yazar bu poliçeleri henüz tam olarak görmediğini açıklıyor) üzerinden kurmaya çalışıyor. Dönemin itfaiye müdürünün, yabancı basınının, misyon şeflerinin kâh Ermenileri, kâh Yunanları, kah Türkleri suçlayan yorumlarına dair söyleyeceklerim de vardı ama sınırlı yerimi Türk tarafının İzmir yangını sırasındaki tutumuna ayırmayı daha doğru buldum.


İster bazı kaynakların iddia ettiği gibi Rum mahallesinden ister daha sonra pek çok kaynağın ittifak edeceği gibi Ermeni mahallesinden çıksın, 13 Eylül’de aslında pek çok noktadan birden başlayan yangın, o ana kadar denizden esen hâkim rüzgâr imbatın yerini, güney-güneydoğu yönünden esen rüzgârın almasıyla 14 Eylül’de batıya doğru yayılmıştı. Yangın 15 Eylül’de kontrol altına alındı ama ancak 18 Eylül’de söndürülebildi. 23 Eylül günü Hisar Camii arkasında yeni bir yangın başladı. Şehrin tekrar güvenli hale gelmesi 30 Eylül’ü bulacaktı. Bu tarihe kadar Ermeni, Rum mahalleleri tamamen, Avrupalıların yaşadığı Frenk mahallesi ise kısmen yanmıştı. Muhtemelen 15 Eylül’de rüzgârın tekrar imbata dönmesi sayesinde Türk ve Yahudi mahalleleri zarar görmemişti.

Yangında yaklaşık 2,6 milyon metrekarelik bir alan, 25 bin ev, işyeri, kilise, hastane, fabrika, depo, otel ve lokanta yok oldu. Türk ordularının önünden İzmir’e doğru sürülen Rum ve Ermeni sayısının İzmir’de yaşayanlarla birlikte 500 bine yakın olduğu, bunların ancak 320 bininin gemilerle tahliye edilebildiği, geri kalan 180 bin kişinin yangın sırasında çeşitli biçimlerde yaşamını yitirdiğini ileri süren kaynaklara göre, şehir gayrimüslim ahalisinden bir anlamda kendiliğinden ‘kurtulmuştu.’


Mustafa Kemal’in tavrı

İzmir’in geri alınışının arifesinde Nif (bugünkü Kemalpaşa) yakınlarındaki Belkahve’den bakarken “Bu şehre bir şey olsaydı çok üzülürdüm” diyen Mustafa Kemal’in yangın sırasındaki tavrı hâlâ bir muammadır.

Mustafa Kemal’in yaveri Salih Bozok’un anlattığına göre alevler ‘Gavur İzmir’i bir kül yığınına dönüştürürken, ileride Mustafa Kemal’in kayınpederi olacak Uşakizade Muammer Bey’in Göztepe’deki köşkünde bir ziyafet verilmekteydi. Bozok şöyle devam eder:

“Gazi, terasta kurulmuş olan sofraya Fevzi ve İsmet paşalardan başka beni, Muzaffer’i ve ev sahibimiz Latife Hanım’ı aldı. Fevzi Paşa Hazretleri’nden başka herkes önündeki kadehleri zevkle doldurdu. Mezeler çeşitli ve nefisti. Fevzi Paşa içki içmediği halde kalamar tavadan tabağına öbek öbek alıyor, ‘Bu İzmir’in kalamarı da pek başka oluyor, aman pek özlemişim’ diye afiyetle yiyordu. Velhasıl herkes son kertesine kadar sofradan ve başlayan geceden memnundu. (Aktaran İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Başyaveri Salih Bozok Anlatıyor, Truva Yayınları, 2005, s. 8-9.)


Salih Bozok, 30 Ocak 1939 tarihli Cumhuriyet gazetesinde başka ayrıntılar da veriyor o ziyafete dair. Bozok’un anlattığına göre denize nazır terasta Mustafa Kemal ile Latife bir ara yalnız kalmışlardı. Latife anne ve babasından, yaptığı işlerden söz ediyordu. Mustafa Kemal de ona Başkumandanlık Meydan Muharebesi’ne ait hatıralarını anlatıyordu. Yangın bütün dehşetiyle sürüyordu. Kordon Boyu ve bugün fuarın yer aldığı alan alevler içindeydi. İki yaver konuşmaları duyuyordu. Mustafa Kemal Latife’ye sordu: “Bu yangın yerinde size ait emlak var mıydı?” Latife, “Emlakimizin mühim bir kısmı yanan sahadadır” demiş ve heyecanla eklemişti: “Paşam isterse hepsi yansın. Yeter ki siz sağ olun. Bu mesut günleri gören insanlar için malın ne kıymeti olur? Memleket kurtuldu ya. İleride olanları yeniden ve daha mükemmel bir surette yaptırırız.” Bu cevap Mustafa Kemal’in çok hoşuna gitmişti. “Evet! Yansın ve yıkılsın” dedi. “Hepsinin telafisi mümkündür…”

Ankara’dan Yakub Kadri ile birlikte gelerek ziyafete katılan Falih Rıfkı ise Mustafa Kemal’in ‘yalçın ve yırtılmaz sakinlikle’ yangını izlediğini teyit edecekti. Falih Rıfkı’nın yangını kimin çıkarttığı konusundaki düşüncelerini yazının sonunda okuyabilirsiniz. Şimdi devam edelim. Peki, o gün sofrada kalamar ziyafeti çeken Fevzi Paşa’nın düşüncesi nedir? "İzmir'e giriş: Bilhassa iki tarihi hadisenin acı akıbetli iki olayını yarattı. Biri, İzmirin büyük yangını diğeri Gazi Kemal'in bu yangın münasebetiyle yerleştiği otelden Latife hanımın Göztepe'deki evine yatılı misafiretidir. Bunlardan birincisi kısmen Nurettin paşanın kısa görüşü, ikincisine de tesadüf denilen müessir amil olmuştur." (Süleyman Külçe, Mareşal Fevzi Çakmak, Askeri Hususi Hayatı, I, Cumhuriyet Matbaası, 1953, s. 236.)


Sadece nahoş bir olay mı?

Fevzi Paşa az konuşur ama önemli bir ifşaatta bulunur. Yangının faili en azından o günlerde, rejimin en önemli, güvenilir adamlarından biri açısından bellidir. Ama nedense Fevzi Paşa’nın bu sözleri tarihin tozlu raflarında unutulur gider.

Fevzi Paşa’nın bu tezini destekleyen bir başka belge, İtilaf Devletleri’nin Fransız Kumandanı Amiral Dumesnil’in 11 Eylül 1922 günü Konak’ta Nureddin Paşa’yla, 15 Eylül 1922 günü de Mustafa Kemal’le Göztepe’de yaptığı görüşme tutanaklarıdır. Buna göre Dumesnil 15 Eylül’de Mustafa Kemal’e, yangını Türklerin çıkardığı yolundaki söylentileri aktarmış ve “Birçok kişi Türklerin ateşe gaz döktüklerini birtakım teferruat ile anlatıyorlar. Ben derhal kurmay heyetimin zabitleri tarafından tahkikat yaptırdım. Bu tahkikat, dolaşan rivayetleri teyit etmedi. [Ancak] Söylendiğine göre İngiliz amirali Türklerin mesuliyetine inanıyor” demiştir. Mustafa Kemal yangının işgalden önce oluşturulan bir teşkilatın eseri olduğunu belirtince, Amiral Dumesnil kendisinden Batılı çevreleri ikna etmek için daha güçlü bir tekzip yapmasını ister. Ancak Mustafa Kemal’den duyabildiği en ağır ifade “Evet bu yangın nahoş bir hadisedir” olur. Amiral bu sözün kendisine biraz zayıf göründüğünü belirtir, ancak Mustafa Kemal’den daha fazlasını duyamaz. Ardından Mustafa Kemal konuşmayı İtilaf Devletleri ile yapılacak barış müzakerelerine getirir ve yangın meselesini kapatır. (İlhan E. Postacıoğlu, Atatürk’ün Önünde Tarih Bakaloryası, Erler Matbaacılık, 1977, s.43-68)

Ancak 17 Eylül 1922’de Mustafa Kemal İstanbul’daki Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey’e bir telgraf göndererek Dumesnil’e sadece ‘bir teşkilat’ diye işaret ettiği şüphelilerin tarifini yapar. Telgrafta sadeleştirilmiş dille şöyle denmektedir: “İzmir yangını hakkında aşağıdaki tarzda beyanatta bulunmak lazımdır. Ordumuz İzmir’i her türlü kazadan muhafaza etmek için şehre girmeden evvel tedbirler almıştır. Ancak Yunanlılar ve Ermeniler daha evvel vücuda getirdikleri teşkilatla İzmir’i toptan yakmaya niyet etmişlerdir. Kiliselerde Hrisostomos’un vermiş olduğu nutuklar ki İslamlar tarafından işitilmişti, İzmir’i yakmak bir dini vazife olarak tebliğ edilmiş bulunuyordu. Yangın bu teşkilat tarafından meydana getirilmiştir…” (Bilal Şimşir, Atatürk’le Yazışmalar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981, s. 274)


Falih Rıfkı’nın itirafları 18 Eylül’de Halide Edip Hanım, Mustafa Kemal’le birlikte Göztepe’deki eve giderken, Latife Hanım’ın, babası yangında bir servet kaybettiği halde buna aldırmayacak kadar vatansever oluşundan söz edilir. Yemekte Latife Hanım’la Mustafa Kemal birbirinin gözlerinin içine bakarlar.

Peki, İzmir’in simsiyah dev bir çukura dönüşmesine neden olan o korkunç yangın sırasında, gayet soğukkanlı davranan, ziyafetlere katılan, ileride eşi olacak Latife Hanım’la romantik anlar yaşayan, yangını ise ‘nahoş bir olay’ diye geçiştiren Mustafa Kemal daha sonra İzmir yangını hakkında konuşmuş mudur? Maalesef hayır. Örneğin İzmir’de hâlâ irili ufaklı yangınlar sürerken 4 Ekim 1922 günü TBMM’nin gizli celsesinde yaptığı konuşmada yangına tek bir cümle ile bile değinmemiştir. Daha sonraki oturumlarda da Sakallı Nureddin Paşa ve şürekâsının gasp ettiği mallardan, başıbozuk Türk birliklerinin şehirde meydana getirdiği hasarlardan bahsedilmiş ama yangına, yangını kimin çıkardığına değinilmemiştir. Sanki milletvekilleri için böyle bir yangın yoktur. Mustafa Kemal, CHP’nin 15-20 Ekim 1927 tarihinde Ankara’da toplanan ikinci kurultayında Parti Genel Başkanı sıfatıyla yaptığı 36,5 saatlik Nutuk’ta tam 16 sayfa boyunca, Sakallı Nureddin Paşa’yı yerden yere vurduğu halde İzmir yangınına dair tek kelime etmemiştir. Peki daha sonra, hemen her konuda konuşan, her konuda fikrini bildiğimiz Mustafa Kemal, İzmir yangını hakkında konuşmuş mudur? İlginçtir, hayır, konuşmamıştır.

Peki, Mustafa Kemal’in yangın konusundaki suskunluğunun ve Nureddin Paşa hakkındaki bu öfkesinin altında yatan nedir? Bunun cevabı belki de Falih Rıfkı’nın şu satırlarında gizlidir:


“Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte o zamanki ordu komutanı Nureddin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyleyenler çoktu. Atatürk’ün Nureddin Paşa’yı eskiden beri sevmediği Nutuk’unda görünür. (...) Kibirli, dar kafalı, zulüm ve ceberut düşkünü bir kimse idi. Bu yüzden bir zamanlar Millet Meclisi kendini harp divanına verip mahkûm bile ettirmek istemişti. (...) Nureddin Paşa’nın biri İzmir’de, biri İzmit’te tertip ettiği iki linçin hikâyesi gene o vakitler, bizi ikrah içinde bırakmıştır (iğrendirmiştir). Bunlardan biri İzmir metropoliti Meletyos [Hrisostomos], öteki de Peyam-ı Sabah yazarı Ali Kemal’dir.

Bildiklerimin doğrusunu yazmaya karar verdiğim için o zamanki notlarımdan bir sayfayı buraya aktarmak istiyorum: Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler. En çok esef ettiğim şeylerden biri, bir fotoğrafçı dükkânını yağmaya giden subay, bütün taarruz harpleri boyunca çekmiş olduğu filmleri otelde bıraktığı için, bu tarihi vesikaların yanıp gitmesi olmuştur. İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi’nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuru tahripçilik hissinden başka bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan ve yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmeyeceğini sanıyorum. Nureddin Paşa, ta Afyon’dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affedilmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi.” (Falih Rıfkı, Çankaya, s. 324-325.)

Yıllar sonra İnönü, “[Yangın] Nerede başladı, kim başlattı bilmiyorum (…) İzmir’e girdiğimiz günlerin bende kalan en acı hatırası yangındır. Bu yangınların sebepleri büyük tarih hadiseleri içindeki sebeplerdir. Küçükler emir aldıklarını, büyükler disiplininin kalmadığını söyler” (İsmet İnönü, Hatıralar, I, Bilgi Yayınevi, 1992, s.300) diyerek Falih Rıfkı’yı adeta doğrular.

Bazen suskunluklar, konuşmalar, belgeler kadar anlamlıdır. İzmir’i çok sevdiğini pek çok konuşmasından, tavrından bildiğimiz Mustafa Kemal’in İzmir yangını sırasındaki ve sonrasındaki kayıtsızlığının, suskunluğunun ardında iki ihtimal olabilir. Önce nispeten iyi ihtimal: Mustafa Kemal yangının ‘olağan şüphelisi’ olan Sakallı Nureddin Paşa ve adamlarının üzerine giderek Batılı ülkelerin gözünde kendi ülkesini yakan, imha eden bir hareket olarak damgalanmak istememiş olabilir. Kötü ihtimal ise Mustafa Kemal’in İzmir’in gayrimüslim unsurlardan en radikal biçimde arındırılmasından pek de şikâyeti olmamasıdır. Asıl önemli olan, bu ihtimallerden hangisinin gerçeğe daha yakın olduğudur…






1 yorum: