9 Mayıs 2024 Perşembe

19 Mayıs Soykırımı: Katliam, Sürgün, Asimilasyon

 TOLGA GÜNEY 

Abdülhamit’in tahta çıkarıldığı 1876’da (1. Meşrutiyet) Osmanlı İmparatorluğu, ilk kez bir Anayasayı kabul etti ve parlamento açıldı. 

Çok kısa sürecek bu girişim her şeye rağmen Osmanlı feodalizminin sonlandığı anlamına geliyordu. Ama anayasayı rafa kaldırıp, parlamentoyu fesheden Abdülhamit 33 yıl sürecek İstibdat Dönemi’nde tüm muhaliflere ama özellikle Ermenilere yönelik katliam ve sürgün girişimlerinde bulundu. 300 bin Ermeni’nin hayatını kaybedeceği bu süreç, Hristiyan uluslara yönelik sürecek olan soykırım planının başlangıcı oldu. 1.Dünya Savaşı’na Almanların safında giren Osmanlı, 1915 yılında Ermenilere yönelik 1,5 milyon insanın hayatını kaybettiği dünyanın en büyük soykırımına imza attı. Hristiyan nüfusa yönelik ilk tehcir (sürgün) ise 1911’de Rumlara yönelik gerçekleştirildi. 1916 yılından itibaren ise iki yıl sürecek “Rumların Tehciri” ile bu süreç devam etti; 1919’a kadar 300 bine yakın Süryani ve 150 bin Pontos Rum’u da hayatını kaybetti.

Resmi tarihe göre ‘Milli Mücadele’nin başlangıcı kabul edilen 19 Mayıs 1919 tarihi ise Pontoslu Rumlar için acı, hüzün, işkence, ölüm; SOYKIRIM demektir. Bu tarih Abdülhamit ile başlayıp İttihatçılarla devam ettirilen Ermeni, Süryani ve Rumları kapsayan Hristiyanlara yönelik imha planının, üçüncü etabının başlamasıydı. Bu etap, ikinci etapta katledilen 150 bin Pontoslu Rum ile birlikte 353.000 kişinin canına, 1 milyon 250 bin Rum’un Mübadeleyle (Pontos’tan 200 bine yakın) sürgün edilmesine yol açtı. Bu süreçte ayrıca Pontos ve Küçük Asya’da yaşayan 800 bin Rum kayboldu, akıbetleri öğrenilemedi. Pontos’taki kayıpların arasında 25 bine yakın çocuk da vardı. Böylelikle sürgün ve kayıplarla birlikte 1876’dan itibaren toplam 4,5 milyon Hristiyan yok edildi. Asıl savaş Pontoslu Rumlara, Küçük Asya ve Anadolu’daki Hristiyanlara yönelik yapılmış ve memleket işgalcilerden değil, binlerce yıldır o topraklarda doğup büyüyen Hristiyanlardan kurtarılmıştır.

İTİRAF

4 Mayıs 1920 – 13 Aralık 1920 tarihlerinde TBMM Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı), 24 Aralık 1921 – 27 Ekim 1923 tarihlerinde Sağlık Bakanlığı yapmış olan Dr. Rıza Nur’un Topal Osman ile yaptığı aşağıdaki konuşma ise soykırımın itirafı:

“Ağa, Pontus’u iyi temizle!” dedim.

“Temizliyorum” dedi.

“Rum köylerinde taş taş üstünde bırakma” dedim.

“Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum” dedi.

“Onları da yok et, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler” dedim.

“Sahi öyle yapayım. Bu kadar akıl edemedim” dedi.

Bu imha planı 1921 yılına kadar çeteler aracılığıyla sürdürüldü. Bu çeteler 1921’de kurulan Merkez Ordusu ile Nurettin Paşa komutasına bağlandı. 1922 yılında lağvedilen Merkez Ordusu’nun yerini 10. Fırka kuruldu ve bu 1923 yılında Lozan’da imzalanacak Mübadele Anlaşması’na kadar sürdü.

MERKEZ ORDUSU


Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 19 Mayıs 1919 tarihinden itibaren Topal Osman, Kel Hasan, Halil Tapanoğlu, Said Tapanoğlu, Mehmet Tataloğlu, Kara Mehmet, Larçınzade Hakkı Bey, Mehmet Tirali, İpsiz Recep gibi çetecilerle görüşüp Pontos Rumlarına yönelik başlattıkları saldırılarda binlerce Rum katledildi. Katledilenlerin çoğunluğu sivil halktı. Çeteler aracılığıyla sürdürülen bu saldırılar Pontos partizan örgütlenmesini zayıflatmadığı gibi tam tersine güçlenmesine sebep oldu. Partizanların 1920 yılının aralık ayındaki sayısı resmî tarih kaynaklarına göre 25 bin civarındadır. Ve tüm köy, kasaba ve ilçelerde Rum halkı partizanlara destek vermektedir.

Yüzyıllardır Osmanlı’nın zulmü̈ ile açlık ve yoksullukla boğuşan Rumlar birçok katliama uğrayıp dili, dini ve kültürü̈ yok edilmek istenmişti. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise bu saldırılar daha da yoğunlaşmış, 20.yüzyılın başlarında ise imha ile karşı karşıya kalmışlardı. Can güvenliği kalmayan Rumların tek çaresi ise örgütlenmek ve direnmekti. Bu tarihlerde, bağımsız Pontos fikri de dâhil olmak üzere farklı kurtuluş önerilerini içeren siyasi yapılar ortaya çıktı. 

 

İşte Merkez Ordusu, böyle bir süreçte tamamen bölgedeki Hristiyan nüfusu yok etmek amacıyla kuruldu. Osmanlı’nın 1. Emperyalist Dünya Savaşı sonucu yenilenlerin cephesinde yer almasından dolayı imzalanan Mondros Mütarekesi kararları doğrultusunda orduları dağıtılmıştı. Bunun üzerine silahlarını teslim etmeyen Kazım Karabekir’e bağlı 15. Kolordu ve çetelerden oluşacak yeni bir askerî örgütlenmeye gidildi. Ordu karargâhı olarak Amasya’nın seçilmesinin sebebi ise Pontos direnişine karşı hâkim olabilme düşüncesiydi. Nitekim bu ordu lağvedilene kadar da karargâh Amasya olarak kaldı. Sadece Koçgiri katliamı sırasında, Nurettin Paşa komutayı Sivas Ümraniye’den yürüttü.

Yeni kurulan ordunun karşılaştığı ilk sorunlardan biri, Ordu Sancağı oldu. TBMM’nin 12 Aralık 1920’de aldığı bir kararla Ordu Sancağı kuruldu. Fakat Ordu Sancağının 15. Kolordu mu yoksa Merkez Ordusu’na mı dâhil olacağı ise belirsizdi. 24 Aralık’ta Erkan-ı Harbiye-i Umumiye/Genel Kurmay Başkanlığı Ordu Sancağının Merkez Ordusu’na dahil edildiğini açıkladı ve Merkez Ordusu’nun yetki alanları biraz daha arttırıldı. Bu son kararla birlikte batıdan doğuya tüm Pontos yerleşim birimleri Merkez Ordusu’nun çalışma alanı olarak belirlenmiş oldu.

İSTİKLAL MAHKEMELERİ

Katliam sonrasında ise geriye kalan Pontoslu Rum ve Pontos katliamına karşı çıkan Türkler İstiklal Mahkemelerinde yargılandı. Bu yargılamalarda 69 Pontos Rumu idam edilirken, birçoğuna da çeşitli cezalar verildi. Yine Nurettin Paşa hakkında soruşturma başlatılması kararının alındığı gizli TBBM görüşmesinin yapıldığı aynı tarihte, yani 4 Ekim 1921 tarihinde Samsun’dan Amasya’daki İstiklal Mahkemesine sevk edilen 31 Müslüman kadın burada yargılandı. Fakat bu yargılamanın sonucunun ne olduğuna dair resmi bir kayıt bulunmuyor.

Ayrıca Samsun’un Vezirköprü ilçesinde bulunan bir hapishanede yatmakta olan Rumlara yardım ettiği gerekçesiyle hapishane gardiyanlarından Uzunoğullarından Halil oğlu Mehmet ve kardeşi Hakkı da Amasya’da Büyük Millet Meclisi seçilmiş üyelerinden oluşan Samsun Bölgesi İstiklal Mahkemesinde yargılanırlar. İstiklal Mahkemesi her ikisi hakkında da idam kararı verir.


1923 CUMHURİYET SONRASI ASİMİLASYON SÜRECİ


MÜBADELE


Pontos Soykırımının ikinci etabını ise 1923’te Lozan Antlaşması’na ek olarak yapılan mübadele uyarınca Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan zorunlu göçe tabi tutma izledi. Bu süreçte 1 milyon 250 bin Rum zorunlu göçe tabi tutularak, binlerce yıllık yurtlarından koparıldılar. Bunun yaklaşık 200 bini Pontos bölgesindendi. Bu sürecin de en büyük kaybını kadınlar yaşarken, yüzlerce kadın sürgün yollarında, Yunanistan’da karantina altında intihar etti. Yüzlercesi hastalıklarla hayatlarını kaybettiler

GÖÇ


Sonraki süreç ise geriye kalan Rum nüfusun tamamen asimile edilmesini kapsıyordu. Bunun en önemli aracı ise yine göç oldu. Pontos’ta kalan ve Romeika konuşan ‘Müslüman’ Rumlar, çeşitli tarihlerde birçok bahane ile yurtlarından sürgün edildi. 1929 yılında Trabzon Çaykara ilçesinde gerçekleşen sel felaketi bahane edilerek buradaki nüfus Trabzon’un Maçka ve Pelitli ilçeleri ile Erzincan’ın Tercan, Mercan ve Çayırlı ilçeleri ve Bayburt ile Muş illerine gönderildi. Yine 1959 yılında gerçekleşen sel felaketinin etkisiyle 1965 yılında Hatay’ın Kırıkhan ilçesi ile Van’ın Özalp ilçesi, 1967 yılında Bursa’nın Orhangazi ilçesi ve 1973 yılında Çanakkale-Gökçeada ile 1974 yılında Kıbrıs İskele kentine zorunlu göçe tabi tutuldu. Yaşanan bu göçlerin iki temel özelliği vardı. Birincisi Türkiye ne zaman Kıbrıs’a yönelik Kıbrıs Rumlarını hedef almasına yönelik (1963,1974) İstanbul ve Pontos Rumlarını hedef aldı. İkincisi ise Romeika konuşan halk özellikle Kürt ve Alevilerin yaşadığı bölgeler ile Kıbrıs ve İmroz gibi Hristiyan Rumlarının yaşadığı bölgelere gönderilerek, halkları aynı anda asimile etmek hedeflendi.


İKTİSADİ GÖÇ

Bu toplu göçlerin yanı sıra yine Pontos bölgesinden Türkiye’nin çeşitli bölgelerine çok sayıda göçler yaşandı. Osmanlı döneminde iktisadi kapasitesi yüksek olan ve ticaretin merkezlerinden olan Pontos kentleri cumhuriyet ile birlikte bu özelliğini kaybetti. Ticaret ekonomik bakımdan şehrin belkemiğini oluşturuyordu. 19’inci yüzyılın son çeyreğinde Trabzon’da Anadolu ve İran ticareti ile uğraşan 13 komisyoncu, Trabzon ve çevresinin ihraç malları ticareti ile uğraşan 33 ticarethane ve bölgeye ithal edilen malların ticaretinde uzmanlaşmış 63 ticarethane mevcuttu. Yine sadece 1913 yıllarında 5 bin 927 ticaret gemisi Trabzon limanını kullandı.  (Kaynak A&P Trabzon 1900 raporu). Cumhuriyet dönemi ile birlikte bu süreç tersine döndü ve Pontos bölgesinde ekonomik bir gerileme yaşandı. TÜİK verilerine göre Trabzon’un 2007 yılında 5,4 Milyar dolar olan Gayri Safi Yurt İçi Hasılası, 2021 yılında 4,9 Milyar dolara geriledi. Aynı zamanda Trabzon’un Gayri Safi Yurt İçi Hasılasının Türkiye toplamı içindeki payı da azaldı. Trabzon’un 2004 yılında yüzde 0,79 olan payı, 2021 yılında yüzde 0,61’e geriledi. Trabzon’un Gayri Safi Yurt İçi Hasılası, Türkiye ortalamasında 2021 yılı verilerine göre yüzde 38 daha düşük düzeyde yer aldı.

Özellikle 1970 yıllardan itibaren ise Pontos kentlerinden hem Avrupa’ya hem de Türkiye’nin büyük kentlerine yoğun bir göç başladı. Başta İstanbul, Bursa ve Kocaeli olmak üzere sanayinin yoğunlaştığı kentlere gelen Pontoslular burada metal, inşaat, döküm gibi en ağır işlerde çalışıp, şehrin kenar mahallelerinde yaşadılar. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2022 verilerine göre de en az genç nüfusa sahip olan kentler Pontos kentleri olurken, bu kentlerde nüfusun yüzde 14’ünden daha azını gençler oluşturuyor. Bu göç aynı zamanda halkı dili ve kültüründen koparan bir asimilasyon sürecine sürükledi.   

EKOLOJİK GÖÇ


Son yıllarda ise eko-kırım ve halkın geçim kaynağı olan fındık, çay ve tütün gibi ürünlerde yaşanan kayıplar Pontos’ta göçe neden olan bir başka etken oldu. Pontos kentlerinin yaklaşık yüzde 80’ine maden işletme ruhsatı verilirken, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü verilerine göre bu oran Gümüşhane’de yüzde 93, Giresun’da yüzde 85, Rize’de 82, Trabzon’da yüzde 77, Ordu’da 74 oldu. İşletme ruhsatı verilen alanların neredeyse tamamı ise yerleşim yerleri, tarım ve ormanlık alanlardan oluştu. Yine bölgede 246 aktif Hidroelektrik Santral bulunuyor ve onlarcası da yapım ya da planlama aşamasında. Pontos’ta yapılmaya çalışılan en büyük kimliksizleştirme ve asimilasyon politikası ekolojik talanla birlikte geldi. Pontos’un yaylarını, derelerini, ormanlarını, vadileri yavaş yavaş yok edilirken, bölge halkı ise göçe zorlandı. Mera ve tarım arazilerinin maden sahaları içinde kalması yüz yıl önce katliam ve mübadele ile göçertilen Pontosluların tekrar sürgüne gönderilmesinden başka anlama gelmiyordu. Geçim kaynaklarını, mera ve yaylarının maden şirketlerine, derelerini HES’lere kaptıran halk, “çareyi” büyük şehirlerde ucuz iş gücü olmakta buldu. Burada kültüründen kopan, dilini konuşmaktan çekinen halk zamanla asimile olmaya mecbur bırakıldı.

İSİMLER DEĞİŞTİRİLDİ


Asimilasyonunun bir diğer ayağı ise Cumhuriyet tarihi boyunca Pontosluların dilleri ve kültürlerinden koparılması oldu. Devletin dil operasyonu, önce ‘anadilini unut Türkçe konuş’ ile başladı. Ardından ‘ismini, sokağını ve apartmanın adını değiştir’e kadar gitti. Aslında yapılan kimliklerin bastırılması ve zamanla silinmesini kapsayan bütünlüklü bir operasyondu. O kadar ki 1930’lu yıllarda çarşı, pazarı denetlemesi gereken zabıtaya, vatandaşın sokakta Türkçe konuşmasını denetlemesi ve konuşmayana para cezası kesmesi görevi de verildi.

Asimilasyon politikalarının en açık örneklerinden biri yer adlarının değiştirilmesine ilişkin uygulamalardı. Bu uygulamalar bir yandan belleğin silinmesini sağlarken bir yandan da yeni kimliğin edinilmesinin sembolüydü. 1940 yılında İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı 8589 sayılı genelge ile değiştirmeler başladı. Bu genelgeyle valilikler tarafından dosyalar oluşturuldu ve sistematik olarak yer adları değiştirilmeye başlandı. 1941 yılında yapılan Birinci Türk Coğrafya Kongresi ile Türkiye’nin 7 bölgeye ayrılması kararlaştırıldı ve Pontos, Lazistan coğrafyasına Karadeniz adı verildi. 1949’da 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu ile yer adlarının değiştirilmesi işlemleri yasal bir dayanağa kavuştu. 1957’da ise “Ad Değiştirme İhtisas Kurulu” kuruldu. Bu süreçte Rize’ de 105, Trabzon’ da 390, Giresun’da 167, Ordu’da 134, Samsun’da 185, Gümüşhane’ de 343, Tokat’ta 245 köy adı değiştirildi. Bu adların çok büyük bölümü Türkçe olmayan yer adlarıdır.

Yer adlarının değiştirilmesi politikası Müslüman ortak kimliğe yapılan vurgunun yalnızca araçsal bir söylem olduğunun ve asla gerçek politikaları yansıtmadığının en açık kanıtlarından birini oluşturmakta. Zira bu yer adlarını kullanan insanlar Müslümanlaşmış halklara mensuptu. Ancak bu dilleri kullanmaya devam ediyordu. Dolayısıyla bu politikalarla hedeflenenin bölgenin Türkleştirilmesi olduğu rahatlıkla söylenebilir.


MÜZİĞİN TÜRKÇELEŞMESİ


Dil asimilasyonunun bir diğer ayağı ise müziğin Türkçeleştirilmesi oldu. Bu kapsamda İstanbul Belediye Konservatuarı (bugün İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı) öğretim üyelerinden bir grup 1926 yılından başlayarak cumhuriyet kadrolarının talimatıyla çeşitli geziler düzenler. Bu gezilerin dördüncüsü ise Pontos ve Lazistan’ı kapsar. Sinop, Giresun, Trabzon, Rize, Gümüşhane, Bayburt, Rize ve Artvin illerini kapsayan bu gezi sırasında yaptıkları iş, şarkıları notalara döküp kayıt altına almaktır.

1967 yılında ise bu kez TRT tarafından aynı amaçla Pontos ve Lazistan’a gönderilen bir ekip, ezgileri bant kaydı haline getirir. Bu gezilerde derlenen ezgilerden bir kısmı sözlerinden koparılmış, yeni ve Türkçe sözler yazılarak asimilasyonun birer aracı haline getirilmiştir. Hemşince, (Batı Ermenicenin bir ağzı), Rumca (Romeika), Lazca birçok şarkı kayıt altına alındıktan sonra sıra bu şarkılara Türkçe söz yazmaya gelir. Yani şarkıları Türkçeye tercüme etmek de değil, tam tersine yeni şarkı sözleri yazılacak ve böylece şarkılar da Türkçeleştirilecektir (türküleşecektir). Ve tabi bu şarkılara artık ‘Türk Halk Müziği’ adı verilecektir. Halk bildiği, tanıdığı bu ezgileri bu kez Türkçe sözlerle dinlemek zorunda kalmıştır.


Dolayısıyla artık Rum müziği, Laz müziği, Hemşin müziği yoktur; Karadeniz müziği vardır. Oysa Rum müziğinde belirgin olan enstrüman kemençe iken Laz müziğinde tulum göze çarpıyor. Yine kaval ve davul Trabzon, Gümüşhane gibi Rum şarkılarının yanı sıra Laz şarkılarında da öne çıkıyor. Batıya Samsun’a doğru gidildiğinde ise bir başka enstrüman, zurnayı görüyoruz. Halk oyunları da birbirlerinden farklıdır üstelik. Ama batısından doğusuna tüm illerdeki kültürel ve etnik farklılıklardan kaynaklanan müzik çeşitliliği yok sayılarak, yok edilmeye çalışılarak bir ”Karadeniz” müziği(!) dayatılıyordu. Kuşkusuz halklar birbirlerinin müziğini dinliyor ve bu ezgileri kendilerine yakın buluyorlardı. Ancak sorun bu ezgilerin dillerinden koparılarak kendilerine sunulmasındaydı. Bu arada halk oyunları ekiplerinin giysilerinde Türk bayrağı arması takılması zorunlu idi

“Derelerin Taşı”, “Karadeniz’in Dalgası”, “Maçka yolları taşlı”, “Trabzon’un yolları”, “Ben seni sevdiğimi dünyalara bildirdim”, “Gemiler Giresun’a” ve “Kalenin Bedenleri” gibi Rumlara ait birçok besteye Türkçe sözler yazılarak, günümüzde halen söylenmeye devam ediliyor.

KÖY ENSTİTÜLERİ

Asimilasyonun belki de en etkin boyutu modernleşme söyleminin arkasına sığınılarak eğitim üzerinden yapıldı. Kemalist modernleşme projesinin ayağı olarak kurulan Köy enstitüleri, Halkevleri gibi kurumlar o rolü oynadı. Birer aydınlanma kurumu olarak gösterilen bu kurumlar, taşıdığı modern değerler aynı zamanda Türk uluslaşmasının yani bütün Türkiye’yi Türkleştirmenin aracı oldu. Böylece insanlar köylü, Müslüman Rum, Laz, Hemşinli, Gürcü, Çerkes vb. olmaktan, modern laik Türk’e dönüştürüldü. Kendilerine hala Rum, Laz, Gürcü, Hemşinli,  diyen bu halklar artık yaşanan bir kimlik olmaktan çıkarak, kökene ati unsur ve en ilerici unsurlarda bile ‘mozaik’ olarak gösterildi. Okullarda “Hemşince, Lazca, Rumca, Gürcüce vb. konuşmayın diliniz bozulur! Okulda zorlanırsınız” denilerek ya da şiddet ve baskı ile bu diller unutturuldu. Halkların dilleri folklorik unsurlar olarak sunuldu, Türkçe ise modern ve ilerici olarak konumlandırıldı. Dolayısıyla bu kurumlar asimilasyon üzerinde önemli bir etkiye sahip oldu.

KİLİSELER YIKILDI, EVLERE EL KONULDU


Trabzon’da Rum Konstantin Kabayanidis’a ait köşk, Atatürk köşkü adı verilerek Mustafa Kemal’in kişisel varlığı ilan edildi. Yine Trabzon’da 1912 yılında Rumlar tarafından yaptırılan Opera binası 1925 yılında Sümer sinemasına çevrildi. 1956 yılında ise at arabalarının geçişini engellediği gerekçesi ile yıkıldı. Sinop’tan Rize’ye kadar yüzlerce kilise yıkıldı, Rum okulları Türkçe isimler verilerek kullanıldı. Aralarında hastanelerin de bulunduğu tarihi binaların birçoğu askeri kışla haline getirildi. Rumlara ait evler, konaklar ve araziler de paylaştırıldı.


SOYKIRIMDA KADINLAR


Birçok ulus devlet gibi Türkiye’de asimilasyon ve savaşı kadınlar üzerinden yürüttü. Öyle ki daha sonra hakkında Pontos soykırımı ile ilgili soruşturma açılan Sakallı Nurettin Paşa savunmasında şu ifadeleri kullandı: “Bütün Rumlarda bir devlet mefkuresi vardır. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır.”


Soykırımdan geçirilen köylerde ki Rum kadınlar zorla Müslüman erkeklerle evlendirildi. Müslüman ailelerce ‘kurtarılanların’ isimleri ve dinleri değiştirildi, evlatlık verildi. Çoğu eş ve çocuklarından bile kimliklerini sakladı. Özetle, yaşayabilmek için kimliklerinden vazgeçti.

Pontos soykırımına kadar bölgede aktif bir rol oynayan Pontos kadını, Cumhuriyet ile birlikte gitgide eve kapandı, kapatıldı. Bölgedeki ekonomik bunalımlar sebebiyle erkeklerin sürekli şehir ve yurtdışına gitmesi kadının yükünü iyice ağırlaştırdı. Cumhuriyet sonrası tek dil, tek din, tek millet sloganına yaraşır şekilde okullarda Rumca konuşanlara şiddetle zorla Türkçe öğretilirken, okula gitme oranı düşük olan ve kamusal alanın tamamen dışına itilmiş kadınlar, Rumca konuşmaya devam etti.

SAVAŞTA ÖN CEPHEYE

Tüm bu politikalar ile yıllardır asimile edilen Pontoslular, bu sefer de başka halklara karşı kullanılmaya başlandı. Kürt halkına karşı yürütülen savaşta, en önde kullanılan Pontoslular yer aldı. Savaşta yaşamını yitiren Pontosluların isimleri ise Sinop’tan Kemalpaşa’ya kadar yer alan bütün üst geçitlerle birlikte okul, hastane, sağlık ocağı ve sokaklara verildi. Bu yolla Pontos’ta şovenizmi diri tutan devlet, geçmişte sosyalistlerin belediyeler kazandığı, geniş halk kitlelerine ulaştığı bölgede etkinliğini sürdürmeye devam etti...

Tolga Guney, Pontos Gerçeği 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder